TARIM ARAZİLERİNİN KORUNMASI VE KULLANILMASINA DAİR YÖNETMELİĞİN İPTALİ İÇİN AÇILAN DAVAYA YÖNELİK, İDARE' NİN VERDİĞİ YANITA YANIT

GENEL MERKEZ ( )
15.03.2004 (Son Güncelleme: 15.03.2004 14:23:34)

DANIŞTAY 10. DAİRESİ BAŞKANLIĞI’NA
                                                                     Dosya No: 2003 / 3518

CEVABA CEVAP VEREN (DAVACI) : Gökhan GÜNAYDIN
TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı
Karanfil Sokak No: 28/12
06640 Kızılay / ANKARA

KARŞI TARAF (DAVALI) : Tarım ve Köyişleri Bakanlığı
Bakanlıklar / ANKARA

DAVANIN TÜRÜ : İptal Davası

DAVA ve İSTEM KONUSU : Davalı idare tarafından hazırlanan ve 13 Haziran 2003 tarih, 25137 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan “Tarım Arazilerinin Korunması ve Kullanılmasına Dair Yönetmelik”in, kamu yararı ilkesinin tanımladığı toplumun ortak ve uzun vadeli çıkarlarına ve yönetmeliğin ruhuna aykırı olacak şekilde tarım arazilerinin amaç dışı kullanımına yol açacak olan kimi hükümlerinin iptali ve öncelikle yürütmelerinin durdurulması istemi ile ODA’mız tarafından Sayın Mahkemenize sunulan 5.8.2003 tarihli dilekçemiz sonrasında, 27.8.2003 tarihli ara karar ile yürütmenin durdurulması isteminin davalı idarenin savunması alındıktan sonra incelenmesine karar verilmiş, davalı idarenin 17.11.2003 tarihli savunması aşağıda belirtilen tarihte ODA’mızca tebellüğ edilmiş ve incelenmiştir. İşbu “cevaba cevap” dilekçemizde, davalı idarenin savunması değerlendirilmekte ve 5.8.2003 tarihli dilekçemizde belirtilen, tarım topraklarının amacı dışında kullanılmasının önlenmesinde somutlaşan kamu yararına yönelik haklı istemlerimizin tümü sürdürülmektedir.

TEBELLÜĞ TARİHİ : 1 Aralık 2003 (30 gün ek süre verilmiştir).

DAVA KONUSUNA İLİŞKİN AÇIKLAMALAR:

Davalı idarenin savunmasında üç temel özellik öne çıkmaktadır. Bunlardan birincisi, yerli ve yabancı kaynaklara atıfta bulunarak, Arazi Kullanma Kabiliyet (AKK) Sınıflaması’nın geçersizliğini ispatlamak ve bire bir tercüme edilen Tarım Arazileri Sınıflaması’nın üstünlüğünü kanıtlamaya yöneliktir. İkinci olarak İdare, iptalini istediğimiz yönetmelik maddelerine ilişkin açıklamalarda bulunmakla birlikte, verilen yanıtlar incelendiğinde; yukarıdaki kurguyla konunun çarpıtılması sonucu, ODA’mızın iptale konu istemlerinin yanıtlanmadığı görülmektedir. Üçüncü olarak ta yine davalı İdare, “savunma” adı altında, kamu görevi yapan Meslek Odamıza ve o’nun Başkanı’na karşı, bir hukuki çekişme için olağan sayılmayacak bir uslup ve ifade kullanma yolunu seçmektedir. 1954 yılında kurulmuş ve Anayasa’mızın 135. maddesi anlamında kamu kurumu niteliğinde bir meslek kuruluşu olan, Tüzüğü’nde kendisine “tarım topraklarının amacı dışında kullanılmasını önlemek için her türlü girişimde bulunmak” görevi verilen ve bu doğrultuda adı geçen Yönetmeliği, değişik İdareler tarafından uygulanmakta iken iki kez iptal ettirerek kamu hizmeti görevini eksiksiz yapmayı amaç edinen ODA’mız, sözü edilen ifadelere, ancak hukuki çekişmenin zorunlu kıldığı durumlarda değinecek ve konunun özü itibariyle değerlendirilmesine özen gösterecektir.

A- Arazi Sınıflama Sistemlerine İlişkin Açıklamalar :

Davalı İdare’nin savunmasında, günümüze değin tarım dışı amaçlı arazi değerlendirilmesinde, 1961 yılında ABD Tarım Bakanlığı (USDA) tarafından geliştirilen ve 1965 yılında mülga Topraksu Genel Müdürlüğü tarafından ülkemize uyarlanan Arazi Kullanma Kabiliyet Sınıflaması’nın (AKK) kullanıldığı, oysa topraklar ve iklim ile ilgili fiziksel özelliklerin değerlendirilmesine dayanan bu sistemin dünyanın hiç bir ülkesinde tarım arazilerinin amaç dışı kullanımını önlemek için kullanılmamakta olduğu belirtilmektedir.

Çoğaltılamaz ve taşınamaz bir varlık olan topraklar, karakteristiklerine ve isteklerine uygun olarak kullanılırsa sonsuza dek değerlendirilebilir bir kaynaktır. Toprak kaynağının bilinçli ve dengeli kullanılabilmesi ise potansiyel tespitinden önce, sınıflandırılması ve karakteristiklerinin tüm ayrıntıları ile belirlenmesi ile olur. Toprakla ilgili potansiyel tespit çalışmalarının doğruluk derecesi, toprak etütlerinin tipi ile yeterlilik ve doğruluk derecesine bağlıdır. Toprak ve arazi kaynakları potansiyelinin bilinçli ve dengeli bir şekilde kullanılabilmesi için detaylı temel toprak etütleri gereklidir. Elde edilen bilimsel verilerle; arazi yetenek, tarımsal uygunluk, drenaj grupları, şehir planlaması, karayolları yol güzergahı, erozyondan zarar görme ve korunma, sulu tarım arazi sınıflamaları ve diğerleri yapılabilmekte; oluşturulan toprak haritaları ve veri bankası ile sürekli olarak kullanıcılara sunulmaktadır.

1982-84 yılları arasında mülga Topraksu Genel Müdürlüğü tarafından uygulanan ve Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü tarafından tamamlanan “Türkiye Toprak Potansiyeli Etütleri ve Tarım Dışı Amaçlı Arazi Kullanım Planlamaları Projesi; ülkemizin toprak potansiyelinin tespit edilmesi ve tarım dışı amaçlı arazi kullanımlarını tarımsal potansiyeli yüksek arazilerden düşük arazilere doğru yönlendirmek için gerekli olan Tarım Dışı Amaçlı Arazi Kullanım Planlaması’nın yapılması amacıyla yürütülmüştür. Topraksu Genel Müdürlüğü ve devamında Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü tarafından yürütülen bu çalışmalar, halen ülkemiz toprakları, sorunları ve arazi kullanımları hakkında başvurulacak başlıca kaynak niteliğini taşımaktadır.

AKK sınıflaması, toprak etütlerinin tarımsal amaçlı yorumlarına dayalı olarak, arazileri I’den VIII’e kadar çeşitli kategoriler halinde gruplandırma sistemidir. AKK Sınıflaması, tarım dışı arazi kullanımları ile işgal edilen araziler ve bunların AKK sınıflarını gözler önüne sermektedir.

Her toprağın yeteneği ve doğal niteliklerinin gözetilerek kullanılması, arazi kullanım planlamasının temel ilkesini oluşturduğundan, yetenekler arası gerekli dönüşümlerin yapılması zorunluluğu açıkça ortadadır. AKK Sınıflaması, tarımsal kullanıma uygunluk durumu ve arazinin şimdiki kullanma durumunu bir arada vererek, arazilerin yanlış kullanımlarını önlemeye ve yanlış kullanımlar arasındaki dönüşüme de olanak sağlamaktadır. Ülkemizde VI. ve VII. Sınıf arazilerde işlemeli tarım yapıldığı, I. ve II. Sınıf arazilerin ise sanayi dahil kentsel alan ya da orman olarak kullanıldığı dikkate alınırsa yetenek sınıfları arasındaki dönüşüm gereği anlaşılabilir.

Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nca çıkartılan 11 Mart 1989 ve 11 Temmuz 1994 tarihli, Devlet Bakanlığı ile birlikte çıkartılan 10 Ağustos 2001 tarihli Yönetmeliklerinde tarım dışı kullanımlar için verilecek kararlarda yalnızca AKK sınıflaması esas alınmasına karşın, aynı Bakanlığın “Dünyada AKK sistemini arazilerin tarım dışı amaçla kullanımını önlemek için kullanan tek ülke yok” demesini değerlendirmelerinize sunarız.

Ülkemizdeki Ziraat fakültelerinde konuyla ilgili okutulan ders kitaplarının taranması bu konuyu açıklamaya yeterli olacaktır. Örneğin; “Toprakların içerdikleri karakteristikler göz önünde tutularak yapılan ana gruplandırmalarla tarım, orman, otlak ve yerleşim alanlarının sınırları saptanabilmektedir. Arazi Kullanma Yeteneği Sınıflandırması adı verilen bu gruplamada, temel toprak haritası yorumlanarak topraklar içerdikleri özürlerin çeşidi ve şiddet derecesine göre sekiz sınıfa ayrılmışlardır.” (Prof. Dr. Ural Dinç, Yrd. Doç. Dr. Suat Şenol, Toprak Etüt ve Haritalama, Çukurova Üni. Zir. Fak. Ders Kitabı No: 66, Adana, 1990, s. 5-6).

Yine davalı idare, bu sistemin bu amaçla dünyada kullanılmadığını iddia etse de; örnek verdiği Kanada’da, AKK sınıflaması ülke içinde arazi kullanım planlaması için gereksinim duyulan doğal kaynak bilgisinin bir bölümünü oluşturmaktadır (A Guide to the Land Evaluation and Area Review (LEAR) System for Agriculture” 2002). ABD’de Doğal Kaynaklar Koruma Servisi (NRCS)’de AKK sınıflamasını günümüzde bir planlama verisi olarak kullanmaktadır (www.nrcs.usda.gov/techical/land/meta/m6175.html).

Bakanlığa bağlı kuruluş olarak görev yapmakta olan Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü, öteden beri “arazi kullanma yetenek sınıflaması”nı temel almakta olup, Bakanlığa bağlı olduğu eski dönemlerde, ya da şu anki uygulamalarına ilişkin olarak, bilindiği kadarıyla, davalı idareden aksi yönde herhangi bir talimat almış değildir.

Yine, yürütülmesinden Tarım ve Köyişleri Bakanı’nın sorumlu olduğu 3083 sayılı Kanun uyarınca çıkarılan “Sulama Alanlarında Arazi Düzenlemesine Dair Tarım Reformu Kanunu Uygulama Yönetmeliği”nin 4. maddesinde “Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğünce uygulama alanının etüdü yapılarak arazi kullanma kabiliyet sınıfları tespit edilir ve temin edilen haritalara işlenir” denilmekte, 30. ve 32. maddelerine göre toprak dağıtımında uygulanacak ölçütler, arazilerin kullanma kabiliyet sınıflamasına göre verilmektedir. Yönetmeliğin 32. maddesinde, bu konuda ülke çapında geçerli olacak AKK sınıflarına dayalı bir dönüşüm çizelgesi yer almaktadır.

Davalı İdare’nin bir diğer bağlı kuruluşu olan Tarım Reformu Genel Müdürlüğü, 3083 sayılı yasa uyarınca uygulama alanı ilan edilen alanlarda tarım dışı amaçlı kullanım izinleri vermektedir. Bu amaçla yayımlanan “Özel Mülkiyette Bulunan Tarım Arazisinin Tarım Dışı Amaçta Kullanım İzni ve Arazi Değiştirme Teknik Talimatı” ile “Hazine Arazilerinin Kamu Kuruluşlarına Tahsisi Teknik Talimatı”nda tarım toprakları; “Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğünce; Arazi Kullanım Kabiliyet Sınıflama Sistemine göre birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü sınıf olarak belirlenen topraklar” şeklinde tanımlanmıştır.

Görüldüğü üzere, davalı idarenin konu üzerinde görev yapan her iki bağlı kuruluşu, şimdi dava aşamasında reddedilmeye çalışılan sınıflandırma sistemiyle, yıllardır çalışmalarını sürdüregelmişlerdir.

Bunların yanında, AKK Sınıflama Sistemi, ülkemizde yürürlükte olan ve aşağıda bazı örnekleri verilen birçok yasal düzenleme içerisinde de yer almaktadır.

4342 sayılı Mera Kanunu’nun 11. maddesinde; “Komisyon; bölgenin ekonomik durumunu, iklim özelliklerini, toprak işleme esaslarını, arazi kullanma şekillerini ve kullanma kabiliyet sınıflarını dikkate alarak mevcut mera, yaylak ve kışlaklar ile bu amaçla kullanılabilecek diğer alanları, sulama ve geçit yerlerini tespit eder ve haritaları üzerinde belirler” denilmektedir.

2844 sayılı Fındık Üretiminin Planlanması ve Dikim Alanlarının Belirlenmesi Hakkında Kanun’un 2. maddesinde; “Fındık üretimi yapılacak alanlar; kalite özellikleri ile arazi kullanma kabiliyet sınıfları dikkate alınarak bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren altı ay içinde Bakanlar Kurulunca belirtilecek alanlarla sınırlandırılır” denilmektedir.

ÇED Yönetmeliği’nde “Ek V - Duyarlı Yöreler, 3. Korunması gereken alanları bölümünde şu tanıma yer verilmektedir: “b) Tarım Alanları: Tarımsal kalkınma alanları, sulanan, sulanması mümkün ve arazi kullanma kabiliyet sınıfları I, II, III ve IV olan alanlar, yağışa bağlı tarımda kullanılan I. ve II. sınıf ile, özel mahsul plantasyon alanlarının tamamı”.

AKK Sınıflaması, OSB Yönetmeliği’nde de yer almaktadır.

6831 Sayılı Orman Kanunu’nun 2. maddesinin (A) Fıkrasına göre Orman Sınırları Dışına Çıkartılacak Yerler Hakkında Yönetmelik’in 5. maddesinde; “Orman olarak muhafazasında bilim ve fen bakımından hiçbir yarar görülmeyen, aksine tarım alanlarına dönüştürülmesinde kesin yarar olduğu tespit edilen ve orman sınırları dışına çıkarıldığında orman bütünlüğünü bozmayan, su ve toprak rejimine zarar vermeyen Devlet ormanlarına ait arazilerden, detaylı toprak etütleriyle arazi kullanma kabiliyet sınıflaması bakımından Akdeniz, Ege, Marmara, Doğu ve Batı Karadeniz Bölgelerinde I, II, III ve IV üncü sınıf, diğer bölgelerde I-II ve III üncü sınıf araziler devlet eliyle ihya edilerek yerleştirilmesi ve tarımsal üretim yapması maksadıyla orman sınırları dışına çıkarılabilir” hükmü yer almaktadır.

Daha da ilginç olanı; bu sınıflama sisteminin dava konusu Yönetmeliğin kapsamı dışındaki 4342, 2844 ve 3083 sayılı yasalarda uygulandığı gibi, yönetmeliğin 3/f, 5, 7, 8 gibi birçok maddesinde de anılıyor olmasıdır.

Özetle söylemek gerekirse; yürürlükteki bir çok yasada yer alan bu sınıflama sistemini benimseyip ilgili yönetmeliğe almak, daha sonra reddetmek anlaşılması zor bir tutumdur.

“Ülkemizde AKK ile birlikte bu sistemin Yönetmeliğe konmasının nedeni diğer ülkelerde olduğu gibi daha çok tarım arazisini etkili bir şekilde korumaktır. AKK ile sadece I.; II.; III.; IV. Sınıf sulu, I. ve II. Sınıf kuru tarım arazileri ile ekonomik verim alınan dikili tarım arazilerinin korunması hedeflenmiştir’ ifadesi, İdare’nin Yönetmeliğe de geçen yanlış yorumunu açıkça ortaya koymaktadır.

AKK sınıflaması ile araziler yalnızca sınıflandırılır ve şimdiki kullanım şekilleri tespit edilir. Araziler kanun ya da yönetmeliklerle korunur. Yönetmeliğe konulacak maddelerle I. Sınıf sulu tarım arazileri tarım dışına çıkartılabileceği gibi, istenirse VI. ve VII. Sınıf araziler tarım dışı amaca tahsis edilemezler.

Dava konusu dilekçemizde birçok kez arazi sınıflaması kavramı belirtilmişken, davalı idarenin bir tek yerde geçen “toprak sınıfı” terimini gündeme getirmesi, olayı saptırma girişiminin açık bir göstergesidir.

Gerek arazi çalışmaları ve gerekse alınan toprak numunelerinin laboratuar analizleri sonucu elde edilen bulgular sonucunda, incelenen arazinin aynı zamanda toprak sınıflamasının da yapılarak büyük toprak grubunun tespit edildiğini ve toprak etüt raporlarında bunun da yer aldığı bilinen bir gerçektir. Davalı İdare’nin sık sık atıfta bulunduğu Türkiye’nin Toprak Kaynakları adlı yapıtın (M, Yüksel, DİZDAR, ZMO Yayını, Nisan 2003) 2. Bölümü tümüyle “Toprak Sınıflaması” konusuna ayrılmıştır. Toprak sınıflaması, toprakların seçilmiş karakteristik özelliklerine göre tarım, mühendislik gibi çeşitli amaçlarla gruplandırılmasına dayanır.

Davalı İdare’nin yürütmeyle sorumlu olduğu 3083 sayılı Sulama Alanlarında Arazi Düzenlemesine Dair Tarım Reformu Kanunu’na ilişkin Uygulama Yönetmeliği’nin 32. maddesinde; I., II., III., ve IV. Sınıf Arazilerin “Toprak Sınıfı” başlığı altında değerlendirildiği de bilinmektedir.

“Savunma”da davalının örnek gösterdiği ABD sistemine göz atıldığında; çelişki iyice netleşmektedir.

ABD’de 1981 tarihli “Tarım ve Besin Çerçeve Yasası (Agriculture and Food Act - Public Law 97-98)” uyarınca 1 Ocak 1994’te yürürlüğe giren Tarım Arazilerini Koruma Yasası (Farmland Protection Policy Act-FPPA)”nda, dört ayrı tarım arazisi sınıfından söz edilmekte olup, bunlar aşağıda belirtildiği gibi tanımlanmaktadır:

Prime farmland (Mutlak tarım arazisi): Besin, yem, yiyecek, lif ve yağ bitkileri yetiştirmek açısından en uygun fiziksel ve kimyasal kombinasyona sahip ve bu kullanımlara hazır olan arazidir. Ürünlerin, su yönetimi dahil, benimsenebilir işlem ve uygulamalarla, ekonomik ve sürdürülebilir olarak yüksek verim sağlaması için gerekli toprak kalitesi, gelişme dönemi ve nem desteğine sahiptir. Prime farmland’ler, genellikle yağışlardan veya sulamalardan gelen yeterli ve güvenilir su kaynağına, benimsenebilir asitlik ve alkalilik düzeyine, benimsenebilir tuz sodyum içeriğine sahip olup, taş kapsamları yok veya çok azdır. Hava ve su geçirgenlikleri iyidir. Bunlar fazla erozyon ve uzun süre su altında kalma sorunları göstermezler ve taşkınlardan ya korunmuş durumdadırlar, ya da çok seyrek taşkına uğrarlar [SSM, USDA Handbook No. 18, October 1993].

Bu federal yasa tanımını eyaletler düzeyinde standartlaştırmak üzere, “Eyalet Tarım Toprağı Koruma Komisyonu” başkanları bir araya gelerek, arazi ve toprak özelliklerinde bulunması gereken özellikleri de belirlemişlerdir.

Buna göre bir arazinin prime farmland (davalı Bakanlık bunu Mutlak Tarım Arazisi olarak yorumluyor) olması için taşıması gereken özellikler; “102-152 cm derinlikte en az 10 cm yarayışlı su bulundurması, yıllık sıcaklık ortalamasının üst 50,8 cm de 0oC nin üzerinde ve yaz sıcaklığının orman arazilerinde ortalama 8, diğer arazilerde ise 15oC nin üzerinde olması, 102 cm derinliğe değin tüm horizonlarda pH değerlerinin 4,5-8,4 arasında bulunması, yüksek taban suyu, sodyumluluk, taşlılık, taşkına ve erozyona uğrama riski bulunmaması, su geçirgenliği, kök gelişim derinliği gibi özellikleri” kesin rakamlarla ortaya konmuştur.

Bunun sonucu olarak ABD’de “prime farmland” arazilerinin miktar olarak dağılımı eyaletler arasında uçurum düzeyinde farklılık gösterebilmiştir. Yani hem o sistemde keyfilik yoktur, hem de “prime farmland”ın, davalının belirttiği “mutlak tarım arazisi” tanımı ile hiçbir ilgisi yoktur.

Davalı, ABD’deki benzersiz tarım arazisi (unique farmland) kavramını da “özel ürün arazisi” olarak niteleyerek, yanlışa düşmüştür. ABD’de yasa, “unique farmland” kavramını “eyalet düzeyinde önem taşıyan araziler (statewide importance) ile eşdeğer düzeyde yorumlamıştır. İdari sistem farklılığı dolayısıyla, unique farmland kavramı federal tanımlamaya alınmış, eyaletlere ise eyalet düzeyinde veya yerel ölçekte (local importance) önem taşıyan tarım arazilerinin tanımlanmasında daha fazla esneklik tanınmıştır.

Israrla belirtilen ABD örneğine burada hiç yer verilmemektedir. Çünkü ABD uygulamasında, turunçgil, zeytin, fındık gibi birçok çok yıllık ürünün yanısıra, örneğin çeltik veya sebze yetişen alanlar da “unique farmland” tanımı içinde değerlendirilmektedir.

Yine ABD’de tarım arazisi “farmland” tanımının içine, tarım ürünlerinin yanı sıra, ağaç, çalı, otlak, çayır, ot ve hatta yabancı ot gelişen araziler de dahil edilmiştir. Bu tanımın dışında tutulanlar ise, yalnızca su gelişim projeleri ve kentsel (urban) alanlardır.

Bakanlığın, önce ABD uygulamalarını örnek gösterip, sonra ona da uymaması, yönetmeliğin amacına aykırı sonuçlare üretmesinde etken olmaktadır.

Davalı idare, “bire bir İngilizce’den çeviri yapmak yerine farmland of local importance (yerel önem taşıyan tarım arazisi) sözcüğünün karşılığını, daha kolay anlaşılması düşüncesiyle ‘marjinal arazi’ olarak yönetmeliğe yerleştirdiğini” belirtmektedir. Aslında bu basit değiştirme bile davalının “tarım arazilerini korumak” amacından uzak düşüşünü ortaya koymaktadır.

Dikkat edilirse, kullanılan terminolojilerin farklılığı, özgün tanımda araziye olumlu, dava konusu yönetmelikte ise olumsuz bakış açısı getirmektedir.

Ayrıca ABD’de ülke düzeyinde ayrıntılı toprak etüd ve haritalama çalışmaları 1950’li yıllarda tamamlanmış, topraklar toprak serileri ve bunların önemli fazları gözetilerek haritalanmış bulunmaktadır. Yaklaşık 50 yılı aşkın bir süredir toprak serisi bilinerek tarım yapılan toprakların verim düzeylerine ilişkin kayıtlar tutulmuş çeşitli üretim sistemleri altında üretim kapasiteleri belirlenmiştir. Bu nedenle ülke düzeyinde “prime farmland”, “unique farmland”, gibi alanların yerleri ve sınırları halihazırda belirlemiş olup haritalar üzerinde gösterilmiştir. Türkiye’de ise, böyle bir belirlemeye imkan sağlayacak detaylı toprak haritası (birkaç aluviyal ova ve tarım işletmesi hariç) ve toprakların verim düzeylerine ilişkin veri bulunmamaktadır.

Özetle; Yönetmelik ülkemiz koşullarında tam ve doğru olarak tespiti mümkün olmayan “Mutlak Tarım Arazisi” gibi ekolojik koşullarla birlikte birçok arazi ve toprak özelliğinin birlikte değerlendirilmesi yanı sıra, tarla denemeleri, istatistiki veriler ve araştırmalar sonucu saptanabilecek süper arazi kalitesine dayandırılmış bulunmaktadır. Bu süper arazi kalitelerinin sağlıklı olarak belirlenmesi, yukarıda belirtildiği gibi yıllar önce seri düzeyinde detaylı toprak haritalarını tamamlamış olup ta kullanmakta olan ve seriler düzeyinde bitkisel üretim ve verim denemelerini yapmış olan ABD gibi gelişmiş ülkelerde ancak mümkün olabilmektedir.

Birkaç sınırlı alan dışında seri düzeyinde detaylı toprak haritası bulunmayan ve sadece yoklama türünde ve büyük grup düzeyinde toprak haritaları bulunan ülkemizde tanımı oldukça “subjektif” olan “Mutlak Tarım Arazisi” gibi süper arazi kalitesinin sağlıklı olarak belirlenmesi mümkün olmayacaktır. Sonuçta yorum, toprak etüt uzmanının kararına bile bırakılmamaktadır. Bunun ise ülkemizde ne kadar sakıncalı sonuçlar ortaya çıkaracağı göz ardı edilemeyecek bir gerçektir. Ayrıca ölçülebilen ve gözlenebilen somut kriterlere dayanmayan elastiki nitelikteki tanımlamalar, uygulamada uyuşmazlıkların ve önemli sorunların ortaya çıkmasına da neden olacaktır.

Oda’mızın dilekçesinde “Mutlak tarım arazisi” tanımının yeni olduğu iddia edilmemiş, 1982-84 tarihleri arasında yürütülen Proje etütlerinde bu sistemin o zamanki olanaklara göre uyarlanarak kullanıldığı belirtilmiştir. Bakanlığın sadece literatürde yer aldığını savladığı bu sistemi geliştirerek dünyadaki benzerleri gibi ülkemizde uygulamaya başladığı savına karşı söylenebilecek tek şey; tercümeye dayalı tanımlarla, toprak etütlere dayalı olmayan uzmanlık dışı belirlemelerle bu sistemin dünyanın hiçbir ülkesinde uygulanmadığıdır.

Arazi sınıflama sistemine ilişkin olarak yukarıda belirtilen açıklamalardan sonra, davaya konu yönetmelik maddeleri hakkındaki görüşlerimiz aşağıda sunulmaktadır.

B – İptali İstenen Yönetmelik Hükümlerine İlişkin Açıklamalar :

1. Yönetmelikte “Tanımlar” başlığı altındaki düzenlemelerin iptalini istemimizin gerekçesi; toprak uzmanlarınca arazide yapılan toprak etütlerine dayalı olmayan toprak ve arazi sınıflama sistemlerinin bilimsel temeli olmayacağı ve keyfiliğe yol açacağı gerçeğidir. Bu amaçla dava dilekçemizde; “dünyada yaygın olarak kullanılan “arazi kullanım yetenek sınıflaması” yerine, “nitelikleri Bakanlıkça belirlenen” mutlak - özel ürün – dikili - marjinal tarım arazisine dayanan bir sınıflamanın getirilmesi, bu sınıflamanın esasını oluşturan tanımlamaların, Bakanlığın genelge ve talimatları ile değiştirilebileceği, genişletilebileceği.. bunun da Yönetmelik’e konu tüm uygulamaları temelinden etkileyeceği dikkate alındığında; son derecede ucu açık bir yeni yapı ortaya çıkmaktadır” ifadelerine yer verilmiştir.

Davalı İdare’nin savunmasında ise; “belirleme ve değerlendirmeye esas özelliklerinin izahı Bakanlığımız diğer mevzuatlarında yer almakta ve başarıyla uygulanmaktadır. (Yeter Gelirli Tarımsal İşletme Büyüklerinin Tespitine Dair Tebliğ)” denilmektedir.

10.06.2003 tarih, 25154 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Tebliğ incelendiğinde; iptal istemimizi doğrularcasına 9. maddenin ‘Mutlak Tarım Arazileri’ başlıklı (a) bendinde; “Arazide yapılan etütlerle yukarıda belirtilen arazi özellikleri tespit edildiğinde arazinin tarımsal nitelikleri hakkında yeterince kanaat oluşturulamıyor ve Mutlak Tarım Arazisi olup olmadığına karar verilemiyorsa; (EK 5)’de detayları açıklanan daha ileri bitkisel, hidrolojik, jeolojik, iklim ve topraklarla ilgili etüt ve analizler istenir” ifadelerine yer verilmiştir.

Davalı İdare’nin savunmasında; “Yönetmeliğin 8. maddesinde yer alan iptali istenen marjinal tarım arazisi ifadesi tamamen uluslararası düzeyde kabul görmüş bir tanımlama olup toprak, iklim, bitkisel üretim potansiyeli ve diğer arazi özellikleri yönünden, ülkenin tarımsal üretiminde önemli yeri olmayan tarım arazileri için kullanılmaktadır. Bunun belirlenmesinde kullanılacak kriterler Bakanlığımız tarafından 30.06.2003 gün ve 25154 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan tebliğde açıkça yer almış ve başarı ile uygulanmaktadır.” ve “Türkiye’de arazi kullanımı ve değerlendirilmesine esas sınıflama kriterleri ilk defa Resmi Gazetede yayımlanarak ilan edilmiştir. Sadece ilgililerin kullandığı veya bildiği kriterler her zaman farklı yorumlara ve istismara açıktır. Bunun bilincinde olarak “açık ve herkesin anlayacağı bir şekilde tarım arazilerinin sınıflaması ve belirleme kriterleri” Resmi Gazetede ilan edilmiştir. İddialar subjektif olup bilgi eksikliğinden kaynaklanmaktadır” denilmektedir.

Anılan Tebliğin 9. maddesinin Marjinal tarım arazileri başlıklı (d) bendinde ise; “Öncelikle etüdü yapan, arazi incelemeleri sonucu yukarıda sayılan verileri alarak arazi hakkında değerlendirme yapacaktır. Eğer etüdü yapan teknik eleman arazide yaptığı bu tespitlerle yeterli kanaat oluşturamıyor ve arazinin sınıfını belirleyemiyor ise iklim, toprak, hidroloji, jeoloji veya diğer arazi unsurları ile ilgili (EK-5)’de verilen arazi özelliklerinin tespitine dair detaylı analizleri ve bilgileri ilgili kişi veya kurumlardan isteyebilir.” ifadelerine yer verilmiştir.

Görüleceği üzere; davalı idarenin savının aksine, açık ve herkesin anlayacağı bir şekilde tarım arazilerinin sınıflaması ve belirleme kriterleri ortaya konulmamış, aksine tarımsal etüdü yapanın bile anlayamayacağı ölçütlerin ek açıklamalarına aynı tebliğde yer verilmiş, kesin belirlemenin ise ayrıntılı toprak etütleri ile yapılabileceği açıklanmıştır. Bu nedenle 3. maddenin (e), (g), (ı) ve (i) fıkralarının iptali istenmektedir.

2. Dava dilekçemizde; Yönetmeliğin 3. maddesinin j) fıkrasında yer alan “Örtü Altı Tarım Arazileri” tanımında; niteliği belirsiz bir “ileri tarım tekniği” koşulu ileri sürülerek ve bu koşulu taşımayan bazı arazilerin “örtü altı tarım arazisi” sayılmamasının Yönetmelik’in temel amacı ile çeliştiği belirtilmiş ve bu nedenle iptali talep edilmiştir.

Davalı İdare’nin savunmasında; somut ölçütlere yer verme yerine, “tarımsal üretimin örtü altında yapılmasının bile ileri tarım tekniği olduğunu itiraz sahiplerinin bilmiyor olması şaşırtıcıdır” saptırmacasıyla, bu tanımın Bakanlığın ilgili ve sorumlu birimleri tarafından yapıldığı ve “gerçeğe en yakın tanım” olduğu belirtilmiştir.

Genel düzenleyici işlemler, “gerçeğe en yakın tanım” gibi nesnel olmayan belirlemeler yerine, belirlenecek somut ölçütlerle yapılan tanımlamalara gereksinim gösterirler. Aksi, tanımın belirsizliği bağlamında, uygulamanın yanlışlığını kaçınılmaz kılar. İdare’nin görevi ya bu alanda somut ölçütleri belirleyerek Yönetmeliğe koymak, bunu yapamıyorsa, tarım toprağının korunmasına yönelik genişletici yorum doğuracak ifadeyi Yönetmeliğe yerleştirmektir. Buna aykırı belirlemeler, Yönetmeliğin amacına aykırıdır ve iptali gerekli olarak değerlendirilmektedir.

3. Dava dilekçemizde; Yönetmeliğin “Tanımlar” başlıklı 3. maddesinin k) fıkrasında yer alan “Sulu Tarım Arazisi” tanımına; “devlet yatırımları ile sulamaya açılmış veya sulama projesi kapsamında olan araziler” sınırlaması getirilerek, devlet yatırımı olmadığı halde yurttaşlar tarafından yapılan yatırımlarla sulu tarıma açılan ve ileride yapılacak yatırımlarla sulu tarım arazisi olarak kullanılma niteliği taşıyan arazilerin tarım dışı kullanıma açılmasına yasal zemin oluşturulduğu belirtilmiş ve bu nedenle iptali talep edilmiştir.

Tarım ve Köyişleri Bakanlığı Tarımsal Üretim ve Geliştirme Genel Müdürlüğü’nün 24.06.2003 tarih ve 1412-10041 sayılı yazısı ile 81 Tarım İl Müdürlüğü ve Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü’ne gönderdiği “Yönetmelik Uygulama Talimatı”nda; “Mutlak tarım arazisi ve diğer tarım arazilerinin tespitinde; Bakanlığımız tarafından 2002 yılında yayımlanan ‘Tarım Arazileri Standartları Değerlendirme Kriterleri ve Tanımlar” kitapçığında belirtilen hususlar dikkate alınarak yapılacaktır” denilmektedir.

2002 yılında yayımlanan ‘Tarım Arazileri Standartları Değerlendirme Kriterleri ve Tanımlar” adlı kitapta; “Sulu Tarım Arazisi (S): Yöreye adapte olmuş tarımı yapılan her türlü bitkinin büyüme devresinde ihtiyaç duyduğu suyun; doğal ve yapay olarak yeterli miktarda karşılanabildiği arazidir” tanımı yer almaktadır.

Bakanlıkça oluşturulan ve arazi sınıflamasına esas olarak kabul edilen bir standarttaki tanımın bir yönetmelikle bu kadar kolay değiştirilmesi, ODA’mızın kaygılarında ne kadar haklı olduğunu göstermektedir.

Önceki yönetmelikler ve Bakanlık belgelerindeki tanımlamada ana eksene toprak oturtulmakta ve sulanmayan ve fakat toprak özellikleri bakımından ekonomik ve teknik ölçülerle sulanması mümkün olan arazi sulu tarım arazisi sayılmaktadır.

Davalı İdarenin verdiği yanıtın, dava dilekçesindeki savımızla ilgisi yoktur. Burada önemli olan, halkın bizzat suladığı arazilerin geleceğinin ne olacağı, gelişen teknolojiyle sulamaya açılması olası duruma gelen arazilerin hangi grupta toplanacağı gibi soruların yanıtlanmasıdır ki, bu sorulara hiç yanıt verilemediği görülmektedir.

Davalı İdare, sulu tarım arazisi niteliği taşıyan arazilerin azaldığı gerçeğine yanıt verme yerine, yeni tanım ile, bu konuda ikili anlayışlara neden olmama mantığıyla yalnızca 3083 sayılı yasaya uyumu gündeme getirmektedir.

Öncelikle; 3083 sayılı yasanın 1984 yılından beri yürürlükte olduğunu anımsatmak ve günümüze değin ikili anlayışa neden olunmadığını belirtmek gerekir.

Ayrıca; 3083 sayılı yasaya uyumu gündeme getiren Davalı İdare, yukarıda açıklandığı üzere, bu yasanın AKK sınıflamasına dayalı uygulama esaslarını görmezden gelebilmektedir.

4. Yönetmeliğin “Tanımlar” başlıklı 3. maddesinin m) fıkrasında yer alan “Tarımsal Amaçlı Yapılar” ile n) fıkrasında yer alan “Tarımsal Amaçlı Entegre Yapılar” tanımları; Yönetmelik’in “Tarımsal Amaçlı Yapılar” başlıklı 11. maddesi ile birlikte değerlendirildiğinde, anlam karmaşasına yol açan bir belirsizliğin ortaya çıktığı görülmektedir.

Davalı İdare, entegre olan ve olmayan tesisler konusundaki belirsizliği açıklama yerine, “İl Müdürlüklerimizin inceleme ve değerlendirmesinden sonra niteliği açıkça tarımsal ürünlerin işlenmesi ve değerlendirilmesi ile ilgili entegre olmayan tesislerin belirleneceği söz konusu iken bir entegre tesisin de bu kapsama sokulması tarım arazilerini korumakla çelişir bir yaklaşımdır” söylemiyle, kişiselliğe dayalı bir belirlemeye atıfta bulunarak belirsizliği sürdürmektedir.

Tarımsal Amaçlı Yapılar başlıklı 11. Maddenin yanlış uygulanmasına örnek olarak; Osmaniye’de 118 dekar I. ve II. sınıf sulu tarım arazisine ürün işleme tesisi olmamasına ve 3194 sayılı yasada belirtilen Tarım ve Hayvancılık Amaçlı Yapılar arasında sayılmamasına karşın Devekuşu Çiftliği kurulması izni verilmesini; Edirne Dereköy’de Tarımsal Kalkınma Kooperatifi tarafından kurulan entegre nitelikli Süt Ürünleri Değerlendirme Tesisi’ne, “toprak etüt raporunun hazırlanmasının zaman ve emek kaybına yol açacağı” gerekçesiyle Tarımsal Etüt Raporuna göre görüş verildiğini ve bu süreçte entegre tesis ayrımına gidilmediği gösterilebilir.

Davalı İdare, önceki yönetmelikte “...tarımsal ürünlerin işlenmesi ve değerlendirilmesi ile ilgili tesisler için ihtiyaç duyulan tarım arazileri, işletmenin toplam arazi varlığının 1/100’ünü geçmeyecek şekilde...” olan sınırlamayı niçin iki katına yani 2/100 oranına çıkarma gereği duymuştur? Savunmada yanıt verilmeyen bu değişiklik, en değerli arazilerin yapılaşmaya açılması yolunu genişletmekte değil midir?

“İmar Kanununa dayanılarak çıkartılan yönetmelikler tamamen imar planlaması ile ilgili olup hangi yapıların tarımsal nitelikli veya tarımsal üretimi teşvik eder nitelikte olduğuna Tarım Bakanlığı tarafından karar verilmesi en doğrusu olup ilgili yasalarda bu görevler Bakanlığımıza verilmiştir.” ifadesi, ülkemizin bir hukuk devleti olduğu ve 3194 sayılı İmar Kanunu ve ilgili yönetmeliklerinin “Tarımsal Amaçlı Yapılar”ı düzenlediği gerçeğini değiştiremez.

5. Dava dilekçemizde; Yönetmeliğin “Tanımlar” başlıklı 3. maddesinin o) fıkrasında yer alan “Arsa” ve ö) fıkrasında yer alan “Yerleşim Alanı” tanımlarının; uygun görüş alınmamasına karşın bu amaçla kullanılan, planı bulunmayan ve kaçak olarak kurulan kasaba, belde ve köy yoğun yerleşim alanlarını da kapsaması nedeniyle; her türlü kötü niyete açık bu tanımların imarsız arazileri arsa sayan, imarsız yerleşimlere imar affı niteliği taşıyan, kaçak yapılaşmayı meşrulaştıran, imarla ilgili yasalardaki tanıma aykırı bir düzenleme olması nedeniyle iptali talep edilmiştir.

Davalı İdare’nin savunmasında ise; bu Yönetmelik ve evveliyatının yürürlük tarihinin Mart 1989 olması nedeniyle, kadimden beri var olan, ancak mevcut yasalara uygun planı bulunmayan pek çok köy ve kasabayı yok saymanın ülke gerçeklerine ters ve ülkeyi tanımamanın bir sonucu olduğu belirtilmiştir.

ODA’mız, İmar mevzuatı gereği arsa niteliği ve yerleşim yeri özelliği kazanma yöntemlerini bilmenin ötesinde; örneğin, 1989 yılından sonra kaçak yapılaşan yerleşim yerlerine bilimsel ölçütler dışında yazılan raporlarla imar hakkı verildiğini de bilmektedir.

Yönetmeliğin Tarım Dışı Amaçlarla Kullanılabilecek Kuru Tarım Arazileri başlıklı 9. maddesinin (b) fıkrasında: “Mevcut yerleşim alanlarına ilave olarak belediye veya mücavir alan sınırları içinde ilgili belediye tarafından imar planı yapılmak istenen yerler”, sınıf ayrımı yapılmaksızın tarım dışı kullanılabilecek genel maksatlar içerisinde yer almıştır.

ODA’mız İstanbul Şubesi, İstanbul-Ümraniye İlçesi, Ömerli Beldesi’nde Belediyenin yasal herhangi bir imar planı olmadığı halde, verimli tarım arazileri üzerindeki yasal olmayan hızlı yapılaşmaları önleyebilmek amacıyla bir rapor düzenlemiş, yörede inşaat faaliyetinde bulunan ve rahatsız olan bir şirket, raporu hazırlayan Şube Yönetim Kurulu Üyelerimizi dava etmiş, dava üyelerimizin beraatı ile sonuçlanmıştır.

Söz konusu Belde Belediyesi’nin imar planının yapılmasına altlık teşkil edecek müracaatı şu anda İstanbul Tarım İl Müdürlüğü’ndedir ve tarımsal etüt raporu hazırlanmaktadır. Sonuçta; Tarım ve Köyişleri Bakanlığı davaya konu yönetmeliğin 9. maddesinin (b) fıkrasına karşın, yörede alüviyal tarım arazileri üzerinde devam eden kaçak yapılaşmaların yasallaşmasını nasıl önleyecektir?

6. Dava konusu Yönetmeliğin 5. maddesi hakkında davalı İdarenin savunması, ODA – meslektaş bağlantısı açısından açık saptırmalara dayanmaktadır.

Bir kez daha ve açıklıkla belirtelim ki, ODA’mızın bu alandaki tavrı, konu ile ilgili çalışmaların, uzman kuruluşlar ve bunların bünyesinde yetişmiş, deneyimli, alanının uzmanı ziraat mühendisleri tarafından yapılması yönündedir. Bu tavrın gerekçesi ise, ancak bu şekilde kurgulanmış uzmanlık çalışmaları sonucunda, tarım topraklarının korunabileceği gerçeğidir.

Geçmişte farklı Bakanlıklara bağlı olması nedeniyle, ülkemizde sıkça yaşanan kurumsal çatışmaların, kurumların düşüncelerine egemen olması düşünülebilir. Ancak günümüzde KHGM, davalı İdare’nin bağlı kuruluşudur. Bu bağlamda, kurumsal çatışma kaygısının geride bırakılarak, insan ve altyapı kaynakları konusunda deneyim ve birikim sahibi uzman kurumun alanı ile ilgili konularda kamu yararını sağlayacak faaliyetlerde bulunmasına uygun hukuki altyapı sağlanmalıdır. Görüldüğü gibi, söz konusu olan, tarımla ilgili tüm kuruluşlarda ve hizmet alanlarında 33 binin üzerinde üyesi bulunan ODA’mızın, kuruluşlar arasında birini üstün tutması değil, tarım topraklarının etkin korunması açısından uzman kuruluşa yönelik yaptığı belirlemedir.

Altı çizilmelidir ki, ODA’mız, tarım alanlarının amaç dışı kullanılmasına ilişkin Yönetmelik hakkında Tarım ve Köyişleri Bakanlığı ile bağlı kuruluşu olan Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü arasında taraf durumunda değildir. Kamu örgütlerinin hangi Bakanlığa bağlı olacağı konusunda siyasi iradenin takdir yetkisi, yönetmeliğin hangi Bakanlıkça çıkarılması gerektiği konusunda da Yürütme ve Yargı kararlarının bağlayıcı olacağı açıktır. ODA’mızın temel yaklaşımı, yapılacak düzenlemelerin doğru içerikte olması, ülke gerçekleriyle bağdaşır ve uygulanabilir nitelikler taşımasıdır.

Öncelikle, eleştirel anlamda gündeme getirilen ZMO Toprak Komisyonu’nun Davalı İdare’ye yaklaşımını bir örnekle açıklamak gerekmektedir: 26.08.1998 tarih ve 23445 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren “Tarım Alanlarının Tarım Dışı Gaye İle Kullanılmasına Dair Yönetmelik” hakkında ODA’mız tarafından adı ve bazı maddelerinin iptali amacıyla açılan davada, Danıştay 10. Dairesi’nin 2000/5886 sayılı kararı ile usul açısından yapılan yanlışlığa dayanarak yönetmeliğin tümüyle iptal edilmesi üzerine, yasal boşluk oluştuğu gerekçesiyle ilgili İdare, yönetmeliğe göre işlem yapamamış, Başbakanlık ve Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü oluştuğu ileri sürülen yasal boşluğu aşmak için yürütmeyi durdurma istemli olarak iptal kararını temyiz etmiştir. Yargının vereceği son kararı bekleme sürecinde bu yönetmelik kapsamında yapılması gereken hizmetlerin yerine getirilememesinin tarım alanlarının korunması konusunda endişe yaratması üzerine, ODA’mız, toplumsal sorumluluğu gereği her iki Bakanlıkça hazırlanan yönetmelik taslaklarının doğru içerikte ve uygulanabilir nitelikte olması ve olası yeni davalara konu olmaması için, 14.06.2001 tarihinde, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı ile Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü üst düzey yetkilileri ile Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Toprak Bölümü Öğretim Üyelerinin katıldığı bir toplantı düzenlemiştir. Yaptığımız çağrıya olumlu yaklaşılması ve katılımın sağlanması, her iki Bakanlığın bu sorunu aşma kararlılığında olmalarını göstermesi açısından sevindirici olmuş, bu toplantıdaki görüşlerin bir kısmı dikkate alınarak yeni yönetmelik hazırlanmış ve yayımlanmıştır.

Yasal düzenlemeler ışığında kurumsal yapıyı değerlendiren ODA’mız, Davalı İdare’ye 3046 sayılı Kanun’un 7. maddesinde yer alan “Anahizmet birimleri her bakanlığın hizmet ve görev özelliklerine ve alanlarına göre, bu bakanlıklara ait kuruluş kanunlarıyla düzenlenir” ve 16. maddesinde yer alan “a) Genel Müdürlük, müstakil daire başkanlığı, danışma, denetim ve yardımcı birimlerin kurulması, kaldırılması, görev, yetki ve sorumlulukları kanunla düzenlenir b) Diğer daire başkanlıkları ile şube müdürlükleri hizmetin özelliğine göre ilgili bakanlığın teklifi üzerine Bakanlar Kurulu Kararı ile kurulur, kaldırılır, aynı bakanlık içerisinde veya bakanlıklar arasındaki bağlantısı değiştirilir” hükümlerini anımsatmakla yetinecektir.

Uygulama değil yalnızca eşgüdüm konusunda, 441 sayılı KHK’nın 10. maddesinin a) bendi ile yalnızca Koruma ve Kontrol Genel Müdürlüğü görevlendirilmiştir. Bakanlığın bu hizmetleri Tarımsal Üretimi Geliştirme Genel Müdürlüğü bünyesinde mevcut daire başkanlıklarından biri içinde yürütmesini, “Kadro sayısı aynı kalmak şartıyla 2003 yılı içerisinde iki daire başkanlığının isimleri değiştirilerek yeni isimle iki daire başkanlığı oluşturulmuştur. Bugünün ihtiyaçlarına göre tamamen hizmetin etkin yürütülmesine yönelik, 3046 sayılı Kanun ve 190 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye uygun Bakanlık tasarrufudur” şeklinde açıklaması, 3046 sayılı yasaya açıkça aykırı bir düzenlemedir ve bu işlem yasal dayanağı olmaması nedeniyle iptal davası konusudur.

4070 sayılı Kanun’un 10. maddesine ve bu kanunda değişiklik yapan 29.06.2001 tarih ve 4707 sayılı Kanun’a göre; gerek doğrudan gerekse ihale yöntemi ile satılan tarım arazileri, Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğünün izni alınmadan tarım dışı amaçlarla kullanılamaz. Bu husus tapu kütüğü sahifesenin beyanlar hanesine yazılır.

2001 yılında çıkarılan bir yasa ile 10 yıl sonrası için görevlendirilen bir Genel Müdürlüğün yetki ve sorumluluğunun, bu yasadan sonra çıkarılan ayrı bir yönetmelikle kaldırılması yasal değildir, Anayasa ve mevzuata açıkça aykırıdır.

Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü, günümüzde de toprak etüt ve haritalama konusunda yetkili tek kurum olması nedeniyle dava dilekçesine konu olmuştur. ODA’mız bu anlamda kurumun adını değil, yasal ve teknik olarak yaptığı işi öne çıkarmaktadır. Kurumun adının değişmesi durumunda aynı görevi yapacak kuruma atıfta bulunulacaktır. ODA’mızın yaklaşımı, bu ülkenin toprağının korunmasından önemli hiçbir organ, kişi, yasa, sektör olmamasıdır.

Yine Davalı İdare’nin iddiayı aşan çarpıtmalarının aksine, dava dilekçesinin hiçbir yerinde, ima yoluyla da olsa, üyelerimizin yetersizliğine ilişkin bir anlatım bulunmamaktadır. ODA’mızın bu alandaki tutumu da, yine uzmanlık alanlarına ilişkindir. 24.1.1992 gün ve 21121 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan ve Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu’nun 14.4.1995 gün, E: 1993/292, K:1995/381 sayılı kararı ile son şeklini alan “Ziraat Mühendislerinin Görev ve Yetkilerine İlişkin Tüzük”, ziraat mühendislerinin görev ve yetkilerini, uzmanlık alanlarına göre tanımlamaktadır. Nasıl hekimlikte, öğretmenlikte, askerlikte belirli uzmanlık alanları varsa, tarımda da uzmanlık alanları bulunmaktadır ve ancak sözü edilen Tüzük gereği yetkilendirilen ziraat mühendisleri, kendi uzmanlık alanlarında yetkin olabilirler.

Bu alanda yetişmiş, konunun uzmanı ziraat mühendisleri dururken, davalı İdare’nin hizmet içi eğitimle, personel yetiştirmeye çalışmasının, kamu yönetiminin gerekleri ile uyarlı olmadığı ortadadır.

Bifr diğer önemli nokta da, AD ve Almanya gibi federal yapıya sahip gelişmiş ülkeler dahil, tüm ülkelerde kaynak koruma politikalarının federal düzeyde yürütülmesine karşın, “zaman kazanma” gerekçesiyle ülkemizde ters yönde bir uygulamaya geçilmesi ve tüm işlemlerin il düzeyinde bitirilmeye çalışılmasıdır.

Tarım İl Müdürlükleri, düzenledikleri tarımsal etüt raporlarında dizpozisyon olarak toprak etüt raporlarındaki başlıkları kullanmakta ve toprak etüt raporu ile aynı ölçütleri (toprak derinliği, toprak bünyesi, eğim ve erozyon dereceleri gibi) kullanmaktadır. Bu uygulama tarımsal etüt raporları ile toprak etüt raporları arasında çelişkiler yaratmaktadırlar. Örneğin, deneyimli toprak etütçüler tarafından arazi çalışmalarıyla tanınabilen toprak ana maddesi çoğunlukla Tarım İl Müdürlükleri elemanlarınca toprak derinliğinden sayılmakta ve toprak etüt raporları ile çelişki yaratmaktadır. Belirtilen eğim yüzdeleri ve toprak bünyeleri çoğunlukla birbirini tutmamaktadır. Bu çelişki de, özellikle tarım dışı amaçlı kullanım izni bekleyen şahısların itirazlarına dayanak oluşturmaktadır. Bu nedenle, tarımsal etüt raporları ile toprak etüt raporlarının içerik konuları kesin çizgilerle birbirinden ayrılmalı, her kurum kendi uzmanlık alanındaki konuları raporunda belirtmelidir. Aksi taktirde, her iki kurumda da ziraat mühendisleri tarafından düzenlenen ancak birbirini tutmayan ölçütler müracaat sahipleri tarafından eleştirilmeye devam edecek ve kurumlar bilimsellik açısından güvenilirliklerini kaybedeceklerdir.

ODA’mızın girişimleriyle Yönetmeliğin 5. maddesinde, “Tüzüğün yetki verdiği teknik elemanlarca, “TE- Standart - 1” dahilinde toprak etütleri yapılmak üzere, ilgili Bölge Müdürlüklerine gönderilir” ifadesi yer almıştır. Dava dilekçemizde, Mutlak tarım arazilerinin tespitinde bir takım deneyimlerin ve laboratuar analizleri gerektiği, bu kriterleri tespit etmek için teknik olanakları yetersiz Tarım İl Müdürlüklerinin sadece gözleme dayalı kararlarının eksik ve yanlış olacağı belirtilmiştir. Tarımsal Etüt Raporu içeriğinde, toprak etüt konusundaki bilgilerin yer alması, yönetmeliğin bir çok maddesinde toprak etüt raporuna gerek duymaksızın Tarım İl Müdürlüklerince görüş verilmesi keyfiliğe yol açacaktır.

7. Davalı İdare’nin savunmasında; Yönetmeliğin 6. Maddesinin 2. fıkrası ile arazinin doğal yapısında değişiklik yapılmış ise bu arazinin Yönetmelik kapsamında korunması gereken yerlerden olup olmadığının tespit edilmesi ve gerçekten tarım dışına çıkarılacak yerlerden olduğunun anlaşılması halinde uygun görüş verilmesi, korunacak yerlerden olması halinde ise uygun görüş verilmemesi hükümlerinin getirildiği yorumu yapılmaktadır.

Maddeyi “yorum yapmadan” olduğu gibi okuduğumuzda; birinci fıkrada, bozulan arazinin niteliklerinin tespit edilemediği durumlarda ve dikili alanlarda kesme veya sökme yapılarak arazinin mevcut kullanma şekli bozulduktan sonra izin talebinde bulunulması halinde, tarımsal etüt ve toprak etüt raporu düzenlenmeyeceği ve uygun görüş verilmeyeceği hükme bağlanmış iken; ikinci fıkrada, arazinin doğal durumunun her ne sebeple olursa olsun tahrip edilmesi halinde, arazinin bozulmayan kısmı veya benzer özellik gösteren bitişik konumdaki arazilerden yararlanılarak tarımsal etüt ve toprak etüt raporu düzenleneceği ve tarım dışı amaçla kullanılıp kullanılmayacağının İl Müdürlüğünce karara bağlanacağı belirtilmiştir.

Yönetmelik maddelerinin yoruma açık olmaması gerektiği için, yönetmeliğin 6. maddesinin ikinci fıkrasının iptali talep edilmektedir.

8. Davalı İdare’nin savunmasında; Yönetmeliğin 7. maddesinden çıkarılması istenen ibarelerin yanlış değerlendirmeleri ortadan kaldırmak için getirilmiş olduğu, çıkarılması halinde istisnaların bütünlüğünün bozulacağı, önceki yönetmeliklerde de bu istisnaların yer aldığı belirtilmektedir.

Oysa; Yönetmeliğin “Tarım Dışı Amaçla Kullanılamayacak Araziler” başlıklı 7. maddesi; 9, 10, 11 ve 13. maddelerde belirtilen istisnalar hariç olmak üzere, tarım dışı amaçlarla kullanılmaya tahsis edilemeyecek arazileri saymaktadır. Yönetmeliğin 9. ve 10. maddesine ek olarak, tarımsal amaçlı yapıları düzenleyen 11. ve plan değişiklerini içeren 13. maddesi, tarım alanlarını amacı dışında kullanımına yönelik, daha önceki Yönetmeliklerde olmayan istisnaları gündeme getirmektedir.

11.03.1989 tarih ve 20105 sayılı, 26 Ağustos 1998 tarih ve 23445 sayılı Resmi Gazete’lerde yayımlanan yönetmeliklerin “Tarım Dışı Amaçla Kullanılamayacak Araziler” başlıklı 7. maddesinde hiçbir istisna yoktur.

Davalı İdare’nin savının aksine, 26.08.1998 tarihli yönetmeliğin 8. maddesinin h) bendi, “Tarım Dışına Tahsis Edilebilecek Araziler” başlığı altındaki bir istisnadır.

Önceki yönetmeliklerde istisnaların ayrı maddeler halinde düzenlendiği, ilgili yönetmeliklerin incelenmesinden anlaşılabilir. ODA’mız, dava konusu yönetmelikle bu istisnaların genişletilerek 7. maddeye taşınmasına karşıdır.

Davalı İdare’nin “bu ibarelerin çıkarılması halinde istisnaların bütünlüğünün bozulacağı” ifadesi ise, istisnaların genişletildiğinin açıkça itiraf edilmesidir ve bu nedenle yönetmeliğin 7. maddesinin birinci fıkrasındaki “11 ve 13 üncü” ibaresinin iptali talep edilmektedir.

9. Yönetmeliğin 8. maddesine ilişkin olarak, VIII. sınıf arazinin tarım arazisi olmadığını belirten ve sözcük oyunlarına girerek konuyu saptırmaya çalışan davalı; iddia edildiği ve vurgulandığı üzere tarım arazisi olmayan VIII. sınıf araziyi tarım arazisi olmamasından dolayı dava konusu yönetmelik kapsamı dışında neden bırakmamış ve sözü edilen maddede arazi kullanma kabiliyet sınıfı VIII. sınıf olan arazilerin tarım dışı amaçlı arazi kullanım ihtiyaçlarının giderilmesinde öncelikli olarak kullanılacağı belirtilmiştir.

VIII. sınıf arazinin bile bir yana bırakılarak, tümüyle keyfiyete açık bir “marjinal arazi” tanımlamasıyla istenen her yerin tarım dışına çıkarılabilir duruma getirilmesini önlemek amacıyla, 8. maddedeki “marjinal tarım arazileri içerisinden veya” ifadesinin ve 9. maddenin ilk paragrafındaki “Marjinal tarım arazilerinden başlamak kaydıyla” ifadesinin iptali gerekmektedir

Davalı İdare; “Eğer bir plan tarım arazileri dışında yapılacaksa zaten bu yönetmelik kapsamı dışına çıkar. Mera ise Mera Kanunu, orman ise Orman Kanunu veya diğer ilgili kanunlar kapsamına girer. Bu nedenle Yönetmeliğe konu olan alanlar tarım arazileridir” ifadeleriyle çelişkili açıklamalarını bir kez daha ortaya koymuştur.

Köy Gelişme-Yerleşme Alanı olarak tercih edilen yerlerin genellikle mera arazileri olması nedeniyle Tarım İl Müdürlükleri tarafından, Yönetmeliğin 2. maddesine uymadığı gerekçesiyle bu araziler için tarımsal etüt raporu düzenlenemeyeceğinin belirtilmesi üzerine bu sahalarla ilgili olarak toprak etüt raporu da düzenlenememiştir.

Birbiri ile çelişen 442 sayılı Köy Kanunu’nun Ek: 12. maddesi ile 4342 sayılı Mera Kanunu’nun 14. maddesinin (d) bendi konusunda Danıştay Birinci Dairesi, 01.11.2000 günlü 2000/139 esas no, 2000/164 numaralı kararı ile 4342 sayılı Mera Kanunu’nun genel bir kanun olmasına karşın, 442 sayılı Köy Kanunu’nun köy yerleşme planı içinde kalan meralar hakkında uygulamayı içeren özel bir kanun olması nedeniyle 4342 sayılı Mera Kanunu’nun, özel düzenlemeyi içeren 442 sayılı Köy Kanunu’nun Ek:12. maddesini yürürlükten kaldırmadığı sonucuna oy birliği ile varılmıştır.

Yargı kararı gereği, tarım arazisi dışında yapılacak bir planın zaten bu yönetmelik kapsamı dışına çıkacağı, şayet mera ise Mera Kanunu kapsamına gireceğinin belirtilmesine karşın, 06.11.2003 tarih ve TAD/250.11.11.11.2325 sayılı Tarım ve Köyişleri Bakanlığı, Tarımsal Üretim ve Geliştirme Genel Müdürlüğü (TÜGEM)’nün yazısında: “Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunup, köy yerleşme planında konut alanı ve genel ihtiyaçlar için ayrılan ve hukuki nitelikleri itibarıyla mera, yaylak, seyrangah, yol, harman ve panayır yeri, vb. olan alanların, köy yerleşim planının onaylanması ile birlikte 442 sayılı Köy Kanunu’nun Ek:12. maddesi uyarınca bu hukuki niteliklerini kaybedecekleri, ancak bu yerler halihazır tarım arazisi olarak kullanılıyor ise bu özelliklerinde bir değişiklik olmayacağı, bu itibarla; köy yerleşim planının onaylanması ile birlikte hukuki nitelikleri değişmesine rağmen, şayet tarım arazisi iseler bu nitelikleri değişmeyen bahse konu yerlerin, “Tarım Arazilerinin Korunması ve Kullanılmasına Dair Yönetmelik” kapsamı dışında tutulamayacağı, bu durumun tespiti için de İl Müdürlüklerince gerekli incelemelerin yapılarak ilgili yönetmelik kapsamında değerlendirilmesi gerekmektedir” denilmektedir.

“Tarım topraklarını korumak için çıkarılan bir yönetmelik yalnızca tarım toprağıyla ilgilenir” mantığı, ülke topraklarını koruyucu basit önlemlerin devre dışı bırakılmasını amaçlayan bir saptırmadır. Amacın böyle olduğu, yeryüzünde hiçbir mevzuatta ve ülkemizde eski düzenlemelerde yer almayan ceza infaz kurumları ve tutukevleri yapı ve tesisleri için getirilen kural dışı uygulama ile açıkça görülmektedir.

Yönetmeliğin e) fıkrasındaki yer alan “katı atıkların etkisiz hale getirilmesi için yapılan tesisler ve ek tesisler” ve f) fıkrasında yer alan “ceza infaz kurumları ve tutukevleri yapı ve tesisleri”, tarım arazileri üzerine acilen kurulması gereken yapılar değildir. Bu tür tesislerin yapımı için, tarım arazileri dışında yer bulmak her zaman mümkündür. İdare’nin, bu araştırmayı yaparak, tespit edeceği uygun alternatif alanlar üzerinde bu tür tesislerin inşasına izin verme yükümlülüğü bulunmaktadır.

ODA’mız İstanbul Şubesi tarafından II. sınıf tarım arazisi olarak rapor düzenlendikten sonra, Tarım İl Müdürlüğü tarafından tarımsal etüt raporu ve sonra da Köy Hizmetleri Bölge Müdürlüğü tarafından da II. sınıf tarım arazisi olarak toprak etüt raporu düzenlenen İstanbul-Silivri İlçesi’nde Adalet Bakanlığı tarafından kurulmak istenilen cezaevi yerine ilişkin olumsuz görüşten sonra, “ceza infaz kurumları ve tutukevleri yapı ve tesisleri” ifadesinin derhal yönetmeliğin 9. maddesine eklenerek, sınıf ayrımı yapılmaksızın tarım dışı amaca tahsis edilecek genel maksatlar kapsamına alınması, ODA’mızın duyarlılık nedenini açıklamaktadır.

Yönetmeliğin en önemli sakıncalı yanlarından birisi de bir çok maddede geçen “daha uygun alternatif alan bulunmadığı taktirde” şeklinde bir ifadenin kullanılması ile yapılan yanlıştır.

Tarım dışı amaçlarla kullanım için alternatif alan olup olmadığını belirlemek için, o yerleşim biriminin çevresindeki arazilerin detaylı olarak toprak haritalaması yapılmış, arazi kullanım biçim ve yeteneklerinin belirlenmiş olması gerekmektedir. Bu harita bulunmadığı taktirde alternatif alan olup olmadığı sağlıklı olarak tespit edilemez.

İnsan kaynakları ve teknik donanımı itibariyle bu konuda tek uzman kuruluş olan Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nün yer almadığı karar süreçlerinde, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı İl Müdürlüğü’nün yetkilendirilmesi, kamu yönetiminin, alternatif alan varlığının tespitindeki etkinliğini azaltacaktır. Tarım arazilerinin tarım dışı kullanımına karar verirken genellikle sürenin de yetersizliği nedeniyle alternatif alan olup olmadığı yeterli ve sağlıklı bir şekilde araştırılamayacak ve sonuçta yönetmelik amacına ters düşecek uygulamalara izin verecektir.

Kaldı ki her yerleşim biriminin etrafındaki arazilerde mutlaka her türlü kullanımlar için alternatif alan bulunmaktadır. Anayasa ile güvence altına alınmış olan tarım topraklarımızın böyle sudan bahanelerle yeterince araştırılmadan geri dönümsüz olarak kaybedilmesine neden olacak veya tarım arazilerinin tarım dışı amaçlarla kullanımına kılıf olarak gösterilecektir. Bu nedenle yönetmeliğin amacına ters düşen “daha uygun alternatif alan bulunmadığı takdirde” ifadesinin yönetmelikten tamamen çıkarılması gerekir.

10. Davalı İdare, Yönetmeliğin 10. maddesinde yapılan değişikliği savunmaya çalışırken, sözcüklerin esnekliğine sığınarak, yönetmelik değişikliğiyle getirilen olumsuzlukları gizleme gereği duymaktadır. Normal olarak insan faaliyetlerinin yoğun olarak görüldüğü tarım arazilerinden uzak yerlerde kurulan savunma tesisleriyle ilgili verilen örneklerin aşırılığı dikkat çekicidir. Ayrıca, bugüne değin hiçbir yönetmeliğin hiçbir uygulamasında, Erciyes ya da Ağrı dağlarının dorukları bina, yol vb yapımı için önerilmemiştir. İyi niyetle yapılacak bir değerlendirme, örneğin bir depo yeri için öncelikle çıplak kayalık bir alana yönelmek gerektiğini göstermektedir. Marjinal tarım arazisi tanımıyla ise bu seçenek tümden devre dışı bırakılmıştır.

10. maddenin b) fıkrası ile; “ham petrol ve doğalgaz arama, üretim ve depolama tesisleri ile bunlara ait ek tesisler”, alternatif alan bulunamadığı “gerekçesi” ile, sulu tarım arazisi içinde kurulabilecektir. Ham petrol ve doğalgaz aramasının sulu tarım arazisi üzerinde dahi yapılmasında, kamu yararının bulunduğu düşünülebilir. Ancak aynı saptama, “depolama tesisleri ile bunlara ait ek tesisler” için yapılamaz. Bunların, “her ne olursa olsun, o arazi üzerinde kurulmak” zorunluluğu yoktur; dolayısıyla da mutlaka alternatif alanının aranması gereklidir.

Davalı İdare tarafından “milli savunma tesisleri ve hava alanları ifadesinin çıkarılması isteği tamamen ülke menfaatleri ve bilimsel gerçeklere aykırı” olarak nitelense de; 10. maddenin c) fıkrası ile sulu tarım arazilerindeki istisnalar arasına alınan “Milli savunma tesisleri, hava alanları ve ek tesisleri”, 1989 yılından beri yağışa bağlı (kuru) tarım arazileri içinde yer alan bir istisna maddesidir. 2003 yılına değin bu konuda bir sorun yaşanmadığına ve kuru tarım arazilerinin sulu tarım arazilerine göre nicelik olarak çok fazla olması nedeniyle, toplumun tümünün yararına yönelik “Milli savunma tesisleri, hava alanları ve ek tesisleri” istisnasının, geçmişte olduğu gibi yağışa bağlı (kuru) tarım arazileri içerinde yer alması gerekmektedir.

Ne yazık ki ülkemizin en değerli tarım arazileri, yukarıda örnekleri verilen anlayış tarafından beton ve asfaltla kaplanmıştır. Şu noktanın altını çizmekte yarar görülmektedir: Davalı İdare’nin, tarım arazileri üzerindeki tahdidi ve tehlikeyi küçük göstermek için kullandığı rakamlar analiz edildiğinde, gerçeğin farklılığı ortaya çıkar. Örneğin ülkemiz sulu alanlarında buğday verimi 800 kg/dekar olabilirken, kuru alanlarda 80 kg/dekara düşebilmektedir. Çok ana hatlarıyla verilen bu karşılaştırma bile, yüksek nitelikli bir araziden bir dekarının herhangi bir yoldan elden çıkmasının, tarımsal üretim açısından, düşük nitelikli bir arazinin 10 dekarının kaybından daha olumsuz sonuçlar üretebileceğini800 kg/dekar ortaya koymaktadır.

Yine Yönetmelikte geçen ve dava konusu edilen terim “Sera Organize Sanayi Bölgeleri” iken, davalı idare cevabında konu, seraların kapladığı alana ve seraların önemine çekilmiş ve daha da ileri gidilerek terim, “Organize Sera Bölgelerine” çevrilmiştir. Yapılan savunmanın dava konusu ile bir ilgisi bulunmamaktadır.

Davalı İdare tarafından “Organize Sera Bölgelerinin bir sanayi bölgesi olacağı sadece yanlış bir iddiadan ibaret olup planlarının incelenmesi ile anlaşılacaktır ki tamamen tarımsal üretimin yapıldığı yerlerdir” denilse de; Aydın - Köşk - Ege Sera İhtisas Organize Sanayi Bölgesi yatırım programında yer alan bölge içerisinde gıda kurutma ve işleme fabrikalarında ürünlerin işlenerek entegre bir tarımsal sanayi bölgesi oluşturulması amaçlanmaktadır.

12. Yönetmeliğin “Plan Değişikliği Yapılmasının Esasları” başlıklı 13. maddesi hakkında Davalı İdare’nin savunmasında belirtildiği üzere, Bakanlık, kendi adına İl Müdürlüklerine pek çok iş yaptırabilir. ODA’mız, yukarıda da açıklandığı gibi, bilimsel ölçütlere dayalı olmayan yöntem ve işlemlerle Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü ile işbirliği içinde görüş oluşturma sürecinin devre dışı bırakılarak, yalnızca İl Müdürlüklerinin yetkilendirilmesine karşı çıkmaktadır.

Ayrıca Davalı İdare’nin savunmasında; “Düşük potansiyelli kuru tarım arazisi”, “gerçek ihtiyaca karşılık verecek miktarda alan” ve sınıfı belirtilmeksizin kullanıma açılma olanağı sağlanan “mevcut planlı alana sınırı olan diğer tarım araziler” kavramları gibi hukuk terminolojisine aykırı, her yöne çekilebilecek, esnek, keyfi davranışa yol açabilecek kavramlara açıklık getirilmemiştir. Maddenin bu haliyle uygulanması, nitelikli tarım arazilerinin toplu şekilde plan değişiklikleriyle tarım dışına çıkarılmasına yol açacaktır.

C- Yürütmenin Durdurulması İstemimize”İlişkin Açıklamalar :

Ülkemizin toprak politikasının oluşmasında önemli bir yer tutması gereken yargı kararları, maalesef yürütme organları tarafından dikkate alınmamaktadır. Yargı kararlarının geç oluşması nedeniyle, yönetmelik değişikliğinden yararlanarak sanayi tesislerin kurulması ve yargı kararına karşın yıkılmaması toprak talanını hızlandırmaktadır. Yargı kararlarına karşın İzmit’te Toyota-Sa’ya, İznik’te Cargill’e ve Düzce’de Uzel Holding’e ait fabrikaların kurulmuş olması gibi somut örnekler, ODA’mızın yürütmenin durdurulması isteminin gerekçesidir.

Davalı İdare’nin savunmasında, “Yönetmelik kapsamında idari işlemin uygulanması halinde telafisi güç veya imkansız zararların doğması ve idari işlemin açıkça hukuka aykırı olması koşulları birlikte gerçekleşmemiştir” denilse de; İstanbul-Silivri İlçesi’nde Adalet Bakanlığı tarafından kurulmak istenilen cezaevi yerine ilişkin olumsuz görüşten sonra, “ceza infaz kurumları ve tutukevleri yapı ve tesisleri” ifadesinin derhal yönetmeliğin 9. maddesine eklenerek, sınıf ayrımı yapılmaksızın tarım dışı amaca tahsis edilecek genel maksatlar kapsamına alınması, ODA’mızın duyarlılık nedenini açıklamaktadır. Benzer bir durum, İznik’te Cargill firmasına ait fabrika yerinin izinlendirilmesi sürecinde de geçerlidir.

Bakanlık, yenilik düşüncesiyle ABD’den aktarmaya çalıştığı kavramları gerçekten benimseme kaygısında olsaydı, öncelikle o yasanın temel felsefesine sahip çıkması beklenirdi. ABD’de arazileri kullanımlarına göre ayıran yasanın temel amacı, tüm arazilerin haritalanarak, bölge “zone” koruma kavramının uygulanmasıdır. Bu anlayışta bir kez harita hazırlandıktan sonra, yalnızca kullanım değişikliğinin kural dışı uygulamayı gerektirip gerektirmediğine bakılmaktadır. Yani kayırma ve yönetmelik değiştirme seçenekleri ortadan kaldırılmıştır. Esasen oradaki düzenleme de, yönetmelik değil, yasadır.

Davalı idare ise, yıllardan beri bu sağlıklı, kalıcı, tutarlı yola başvurmak yerine, başvuruya bağlı yerel değerlendirmelerle hem ülkeye gün kaybettirmekte, hem de kendince karşılaştığı her zorlukta (dava dilekçemizde de belirtildiği üzere bu sayı iki ana yönetmelik dışında 14 yıllık uygulamada sekizdir) yönetmelikte gevşetme ve bir miktar daha fazla toprağı feda etme kolaycılığına yönelmektedir.

Davalı İdare’nin anlatımı olan; “Planlı alanda kurulmuş bir yapı, sanayi, turizm vb. tesislerin günün ihtiyaçlarına göre ya yenilenmesine, çağa ayak uydurmasına yardımcı olacaksın ya da rekabet gücünü yitirmesine ve yok olmasına göz yumacaksın ve binlerce istihdam sağlayan, vergi veren bir milli servetin yok olmasına, kurulduğu alanın bir harabeye dönmesine göz yumacaksın” ifadesi, tarım topraklarımızı koruyup gelecek kuşaklara aktarmakla yükümlü bir kamu kuruluşundan değil de, adeta bir alanı tarım dışına çıkarmaya çalışan ya da hukuksuz olarak çıkardığı alanı hukuk düzeni içinde meşrulaştırmaya çalışan, yeni dönemin kural tanımaz girişimcilerine ait izlenimi vermektedir. Davalı İdare, anlık kısa dönemli kişisel çıkarları değil, toplumun uzun vadeli ortak çıkarlarını, başka deyişle, Anayasa’mızda ve birçok genel düzenleyici işlemde somutlaşan kamu yararını gözetmek, toprağı korumak ve amacına uygun kullanılmasını sağlamak yükümlülüğü altındadır. Asıl görevi budur.

SONUÇ VE İSTEM : Yukarıda açıklanan nedenlerle, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nca 13.06.2003 tarih, 25137 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan “Tarım Arazilerinin Korunması ve Kullanılmasına Dair Yönetmelik” in; 3. maddesinin e), g), ı), i), j), k), m), n), o) ve ö) fıkralarının; 5. maddesinde yer alan “.. izinlendirilmesi talep edilen arazi mutlak tarım arazisi ise bu Yönetmeliğin 9, 10, 11 ve 13 üncü maddelerinde yer alan istisnalar hariç, İl Müdürlüğünce doğrudan reddedilir” ibaresinin; 6. maddesinin ikinci paragrafının tümüyle; 7. maddesinin ilk paragrafındaki “11 ve 13 üncü” ibaresinin; 8. maddesindeki “marjinal tarım arazileri içerisinden veya” ibaresinin; 9. maddesinin ilk paragrafındaki “Marjinal Tarım arazilerinden başlamak kaydıyla,” ibaresinin, b) fıkrasının tümüyle, yine e) ve f) fıkralarının tümüyle; 10. maddesinin b) fıkrasında yer alan “... üretim ve depolama tesisleri ile bunlara ait ek tesisler” ibaresinin, c) ve d) fıkralarının tümüyle, 10. maddesinin son paragrafının tümüyle; 11. maddesinin ikinci fıkrasının; 13. maddesinin ilk paragrafı hariç tüm hükümlerinin iptali ve öncelikle yürütmelerinin durdurulmasına, yargılama giderleri ve avukatlık ücretlerinin davalı idareye yükletilmesine karar verilmesini arz ve talep ederiz. 29.01.2004

Gökhan GÜNAYDIN
TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı

Okunma Sayısı: 7484