SONSÖZ GAZETESİ: VERİMLİ ARAZİLERE KONUT- 12 KASIM 2020

GENEL MERKEZ ( )
12.11.2020 (Son Güncelleme: 12.11.2020 15:26:10)

"Geçtiğimiz günlerde meydana gelen ve yüzlerce canımızın hayatını kaybetmesine neden olan İzmir Deprem’i konutların tarım arazilerine veya zemini sağlam olmayan bölgelere yapıldığı gerçeğini tekrar hatırlattı."

İzmir’de yaşanan 6.6 şiddetindeki depremde bazı binaların bamya ve salatalık tarlalarına inşa edildiği iddiaları, tarım arazilerinin konut veya sanayi inşaatları için kullanıldığının hatırlanmasına neden oldu. Bu konu hakkında açıklamalarda bulunan Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı Baki Remzi Suiçmez tarım arazilerinin iskana açılmasını değerlendirdi.

‘TOPRAK KATLİAMI’

Türkiye’nin sanayileşirken ve kentleşirken belirlenen planlara uymadığını veya bazı bölgelerde plansız kentleşmenin gerçekleştiğini vurgulayan Suiçmez tarım arazilerinin inşaat alanlarına çevrilmesini toprak katliamı olarak ifade etti. Suiçmez: “ Topraklar, tarımsal için temel üretim faktörü, sanayi ve kentleşme için yerleşme yeri olması nedeniyle her biri için vazgeçilmez bir doğal kaynaktır. Ülkenin toprak miktarının sabit olması ve her kullanımın ülke kalkınmasına katkısı oranında önemli olması nedeniyle, zaman içinde gelişen ekonomik koşullara göre farklı amaçlara yapılan toprak tahsislerinin, toprak kullanımında en büyük alan olan tarımsal alanların azalmasına yol açması doğaldır. Sorun, toprak kullanımının doğru ya da yanlış olması, toprağın sürekli üretken şekilde kullanılıp kullanılmadığı, bilinçli olarak ‘toprak katliamı’ yaşanıp yaşanmadığı sorunudur.” dedi.

En verimli ovalara karayolları, sanayi ve konutların yapıldığını ancak deprem gerçeğinin unutulduğunu ifade eden Suiçmez sözlerine şöyle devam etti; “ Ülkemiz, kalkınmanın lokomatif gücü sanayileşme tercihine paralel olarak kentleşmenin maliyetini düşük tutmak için gerekli planlamaları yapmamış, yapamamıştır. Altyapı yatırımlarının yapılması sürecinde, tüm alan kullanımlarının birbirleriyle ilişkisini sağlayan tek seçenek olan ulaşımda, karayolu yapımı tercihi 1950’lerden beri özellikle demiryolu yapımına olanak tanımadan sürdürülmüştür. ‘Daha çok araba için daha çok yol’ sloganı ile sürdürülen karayolu planlama çalışmaları ise, teknik olanakların elverdiği en ekonomik ve en kısa yol güzergahının seçimini temel düşünce noktası alarak ekolojik ve sosyolojik gerçekleri göz ardı etmiştir. Sonuçta; en verimli ovalarda ‘karayolu etrafında sanayileşme, sanayi etrafında kentleşme’ süreci yaşanmaktadır.”

Tarım arazilerinin korunmasının milli bir güvenlik olduğunu savunan Suiçmez şunları aktardı; “Nüfus artışının doğal sonucu olarak başlayan kentleşme olgusu ile karayolları gibi altyapı yatırımları, sanayi ve enerji tesisleri, konut yapımı, turizm yatırımları ve diğer kullanımlarla tarım arazilerinin kaybı hızlanmıştır. Bu aşamada gerekli üst ölçek ve alt ölçek planların zamanında yapılmamasıyla birlikte ortaya çıkan ‘arsa spekülasyonu’ önlenemeyince teknik bir uğraş olan kent planları, kentteki oluşumlara yasallık kazandıran bir araç haline gelmektedir. Kentleşme süresinde gündeme gelen ‘imar ve arsa politikaları’ kapsamında tarım dışı amaçlı arazi kullanımındaki anahtar kavram, ‘yer seçimi’ kavramıdır. Yer seçimi ilkelerine aykırı olarak büyük ova koruma alanları içindeki ve dışındaki verimli tarım arazilerinin konut yapımı dahil tarım dışı amaçlı kullanılmasını, bilimsel olarak da ulusal çıkarlarımız açısından da doğru bulmuyoruz. Tarım topraklarımızı korumak, içinde yaşadığımız pandemi sürecinde de görüldüğü üzere bir ‘milli güvenlik’ sorunudur.”

‘İZMİR DELTAYA KURULMUŞ’

İzmir’in genel olarak delta ovalarına kurulduğunu ve buraların tarımsal anlamda verimli sağlam olmayan zeminler olduğunu ifade eden Suiçmez sözlerine şöyle devam etti; “İzmir, 1. derece deprem bölgesinde yer almaktadır. İzmir kenti ve yakın çevresinde deprem kaynağı olabilecek 13 adet fay haritalanmıştır. MTA tarafından 2005 yılında yayınlanan ‘İzmir Yakın Çevresinin Diri Fayları ve Deprem Potansiyelleri’ adlı çalışmaya göre; İzmir kent yerleşmesinin büyük çoğunluğu körfez çevresindeki delta düzlükleri üzerindedir. Bu deltaları oluşturan çökellerin yeraltı suyu seviyesi yüzeye yakın pekişmemiş alüvyonlardan oluştuğu bilinmektedir. Yakın çevre faylarından kaynaklanabilecek büyük depremlerde bu alüvyon alanlarda zemin büyütmesi, sıvılaşma, körfez kıyıları boyunca ise yanal yayılmaların gelişmesi beklenilen bir sonuçtur.”

Bilimden ve mühendislikten yararlanılmadığı ve yasalara uyulmadığı sürece sağlamlığı tartışılan arazilere konut yapılmaya devam edileceğini ifade eden Suiçmez şunları aktardı; “ İzmir gibi depremlerin yıkıcı etkisine maruz kalacağı bilinen kentlerimizdeki deprem riski; nüfus artışı, yanlış arazi kullanımı ve yapılaşma, yetersiz altyapı ve çevresel düzensizlikler nedeni ile artmaktadır. Gerek zemin özellikleri gerek bina yapıları değerlendirildiğinde İzmir Bayraklı’da yaşanan yıkım ve can kaybının temel nedeni, yer seçiminden şehir planlamasına, yapı güvenliğinden imar affına kadar uzanan her aşamada bilimden ve mühendislikten uzak duran yaklaşımdır. Alüvyal topraklar genellikle taze tortul depozitler üzerinde oluşan genç topraklar olup tarımsal üretim bakımından çok önemli, verimli ve miktarı kısıtlı topraklardır. Farklı sınıflamalara göre genelde I. Sınıf ya da mutlak tarım arazisi olan ve tarımsal üretime ayrılması gereken bu tür alanların yapılaşmaya açılması ülkemizin tüm illerinde yaşanan en ciddi sorunlardan birisidir.”

Yumuşak zemin ve deprem kurallarına uyulmamasının daha önce de sonuçları olduğunu vurgulayan Suiçmez şunları söyledi; “ Marmara, Düzce, Erzincan, Erbaa, Ceyhan, Gediz, Dinar, Elazığ, Malatya, Van depremleri dahil tümünün en yıkıcı etkilerini alüvyal ovalarda göstermesi bir rastlantı değildir. Alüvyal topraklara konut yapılması çok büyük bir yanlış iken, İzmir’de yaşanan depremde de yıkımın gerçekleştiği bölgelerde alüvyon dolgulu yumuşak zeminli arazilere denetimsiz ve deprem kurallarına aykırı yapılaşmaya izin verilmesi ana sorundur. Düne kadar sebze meyve üretilen arazilere yakın zamanda hızla yüksek katlı konut ve gökdelen gibi rant binaları dikenlerin yaşanan can kayıplarında günahları büyük. Müteahhit kusuru, mühendislik hatası, eksik malzeme, zayıf kolonlar gerçeği bir yana, ana sorun arazi kullanım planlamasına uygun olmayan yapılaşma alanlarının yerle bir olması, plansız yer seçimiyle depremin ilişkisinin açıkça ortaya çıkmış olmasıdır.”

ZEMİNE DİKKAT ÇEKTİ

Yıkılan binaların hemen hemen hepsinin tarım arazisine ve yumuşak zemine çok katlı olarak inşaa edildiğini ifade eden Suiçmez sözlerine şöyle devam etti; “Alüvyal toprakların depremin şiddetini 2-2.5 kat arttırdığı bilimsel bir gerçek. Son yaşadığımız Bayraklı örneği, 2-3 katlı yapıların yıkılmayıp, 8-10 katlı yapıların ciddi zarar gördüğünü ve yıkıldığını gösterdi. Yüksek kotlarda ve kayalık zeminlerdeki yapıların zemin açısından daha güvenli olduğu bir gerçek. Zemine dikkat etmekle birlikte binaların depreme dayanıklı olarak inşası da bir gereklilik. Bu bağlamda yatay ve dikey mimari tartışması ötesi, 1980’li yıllara kadar tarım yapılırken yer seçimine dikkat edilmeden imar planları ile tarım dışına çıkarılan Bayraklı örneğindeki gibi bu tip arazilere konut yapılması yerine, bu bölgelerin en azından park, bahçe, yeşillik alan olarak kullanılması gerekirdi.”

Yumuşak zeminin yanı sıra dere yatakları ve su yollarına yapılan konutların da büyük risk barındırdığını ifade eden Suiçmez bu alanların sadece tarıma açık olması gerektiğini ifade etti. Suiçmez: “Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de nüfusun dörtte üçünden fazlası kentlerde yaşarken kentlerimizin alt ve üst yapıları meteorolojik parametrelere uygun yapılmamaktadır. Ülkemizde mühendislik hizmetlerinde ve uygulamalarında tarım arazilerinin, doğanın ve insanın yok sayılması ile olağan meteorolojik olaylar bile kolaylıkla felakete dönüşebilmektedir. Aşırı yapılaşma, doldurulan vadiler, yok edilen orman ve meralar sonucu neredeyse her yağışın kentsel sellere neden olması bir kader değil, bilimsel gereklere uyulmamasının bir sonucudur. Karadeniz bölgesinde derelerin HES’lerle yok edilmesi, dere yataklarına konut yapılması çok sık ölümlü sel ve heyelanlar yaşanmasına yol açmaktadır. Uzun yıllar boyunca oluşan ova ve deltaları oluşturan nehir yataklarının değiştirilmesi, kurutulan sazlık ve bataklıkların imara ve konuta açılması da gerek ölümlü felaketlere yol açmakta gerekse tarım alanlarının yok olması nedeniyle tarımsal üretimin azalmasına, tarımda dışa bağımlılığın artmasına neden olmaktadır.” dedi.

‘ANKARA’DA DA YANLIŞ ÖRNEKLER VAR’

Ankara’da da su yollarına veya yumuşak zemine yapılan konut ve işyerlerinin olduğunu vurgulayan Suiçmez şunları aktardı; “Ankara ve diğer tüm büyükşehirlerimizde tarım arazilerinin ve verimli topraklarımızın korunamamasına ilişkin maalesef çok sayıda yanlış örnekler var. Ülkemiz nüfusu bölgeler itibarıyla incelendiğinde kentleşme oranının Trakya, Marmara, Ege ve Akdeniz kıyılarında en çok olduğu, aynı zamanda ülkemizdeki en verimli tarım arazilerinin büyük çoğunluğunun bu bölgelerde olması sonucu verimli tarım arazileri üzerindeki tarım dışı amaçlarla kullanma baskısının yoğunluğu artmaktadır.”

Fırsatçıların tarım arazilerini konut alanlarına çevirdiğini ifade eden Suiçmez sözlerine şöyle devam etti; “Kentlerin gelişme yönleri, arsa taleplerinin belirlenmesinden önce gerekli planlamalar yapılarak saptanmadığı için, emlak komisyoncuları ve arsa spekülatörlerinin istekleri doğrultusunda ve rant artışına bağlı olarak tarımsal topraklara kaymaktadır. Tarımsal toprakların, imar hakları ve altyapı koşulları yerine getirilerek, kent toprağı olarak yeni kullanım şekline dönüşmesi sürecinde, hızla büyüyen kentlerde bu değer artışının çok daha fazla olduğu görülmektedir. Bu nedenle, kentin yakınında herhangi bir bölgede toprak alıp, hiçbir riske girmeden, bu toprağı bekleterek ve değeri yükselince satarak fazla bir kazanç elde eden arsa spekülatörlerinin, toplumun diğer kesimlerini olumsuz yönde etkiledikleri görülmektedir. Bu etkiler; kalkınmayı yavaşlatma, gelir dağılımını düşük gelirliler aleyhine bozma, akılcı olmayan kaynak kullanımı, kent planlamasını olumsuz etkileyerek düzensiz kentleşmeyi sağlama, tarım topraklarının amaç dışı kullanım sürecini hızlandırma şeklinde olmaktadır. 2000’li yıllardan sonra ekonominin itici gücü olarak inşaat sektörü ön plana çıkarılmıştır. 2012 yılında çıkarılan ‘Büyükşehir Yasası’ ile köylerin bir anda kağıt üzerinde mahalli statüsüne dönüştürülmesi de, tarım arazilerinin imara açılmasını hızlandırmıştır.”

‘ÜRETMEZSEK BESLENEMEYİZ’

Tarım arazilerinin konut alanlarına açılmasının sağlık ve üretim anlamında da sorunlara neden olduğunu ifade eden Suiçmez sözlerine şöyle devam etti; “ Tarım sektörü, stratejik bir sektördür. Üreticilerin bir kez üretimden koptuktan sonra tekrar tarımsal üretime dönmeleri oldukça zor, hatta olanaksızdır. Üretmezsek beslenemeyiz. Üretemezsek tüketemeyiz. Üretemezsek kıtlık ve açlık yaşarız. Dış alım, normal zamanlarla birlikte, özellikle salgının dünyayı tehdit ettiği günümüzde de çözüm değil. Çözüm; çiftçilerimizin tarım ürünlerini üretebileceği olanakların güçlendirilmesi ve tüketicilerimizin de bu gıdalara uygun fiyatta sürdürülebilir bir şekilde ulaşmasının sağlanmasıdır. Bu konuda ön koşul ise verimli tarım arazilerimizin konut dahil tarımsal kullanım amacı dışında kullanılmasının ödünsüz engellenmesidir. Ülkemiz son 15 yılda 3.5 milyon hektar tarım arazisini kaybetti. Bu arazilerin büyük bir kısmı yanlış tarım politikaları nedeniyle üretimden çekilen çiftçi arazileri, bir kısmı da sanayi, enerji, konut vb. amaçlı kullanım için tarım dışına çıkarılan araziler. Bu konuda sağlıklı ve güncel verilerin ivedilikle kamuoyuna açıklanması bir zorunluluktur. TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası web sayfasındaki “hukuki çalışmalar” bölümü incelendiğinde adeta bir hukuk bürosu gibi çalıştığımız görülecektir. Üst birliğimiz TMMOB ve bağlı Odalarının da hukuk mücadelesi sürmektedir.”

Kanunun önemli ama yetersiz olduğunu vurgulayan Suiçmez şunları aktardı; “ 2005 yılında çıkarılan 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanım Kanunu önemli olmakla birlikte topraklarımızı ve tarım arazilerimizi korumakta yetersiz kalmaktadır. 5403 sayılı Kanun’un 5. Maddesi’nde düzenlenmiş ‘Toprak Koruma Kurulu’ yapısı ve işleyişi ile oldukça sorunludur. Yaşanan sorunları giderici yasal düzenleme gerekmektedir. Yasa ve ilgili yönetmeliklerde yapılan değişiklikler ve artırılan istisnalara yönelik son 15 yılda 250’den fazla dava açtık ve pek çoğunu kazandık. Anayasanın 44., 45. ve 56. maddelerinin uygulanması amacıyla tarım arazilerinin kütlesel kaybını önlemek yanında tarım arazilerinin kirlenerek yok olmasını da önlemek için son dönemde kazandığımız davalara birkaç örnek olarak; Balıkesir-Çanakkale Çevre Düzeni Planı, İzmir Bergama ve Memenen’de tarım dışına çıkarılan araziler, Tekirdağ Süleymanpaşa OSB Bölgesi, Alpu Ovasında yapılmak istenen Termik Santral, Çarşamba Ovasında yapılmak istenen Biyokütle Santrali, Ankara Çayırhan Termik Santrali, Kırklareli Vize Termik Santrali iptal kararlarını sayabiliriz.”

Yaşanılan felaketlerden ders alınmadığını vurgulayan Suiçmez şunları ifade etti; “Maaselef yaşanan felaketlerden ders almamaktayız. Örneğin; yine İzmir’de İnciraltı’nda bölgenin önündeki sulak alan, bölgedeki fay hatları ve toprak özellikleri imara açılmaması için yeterli neden iken ve bölge kamu kurumları tarafından tarım arazisi olarak tanımlanmış iken, ilgili Yasanın ‘İl Toprak Koruma Kurulu tarafından alternatif alan bulunmaması ve kamu yararı kararı alınması şartıyla tarım dışarısına çıkartılabilir’ ifadesine dayanarak bugünlerde tarım dışına çıkartılarak imar planı yapılmasının önü açılmak istenmektedir. Odamız bu yanlışı da hukuk sürecine taşıyacaktır. Bu süreçte söylemler dışında somut olarak tarım arazilerimizi koruyacak şekilde ülke düzeyinde arazi kullanım planlaması yapılmalı, ilgili kurumlarla işbirliği yapılarak ulusal plan hiyerarşisinde bu planların yeri ve gücü tanımlanmalıdır. Büyük Ova Koruma Alanları dahil verimli tarım alanları korunmalı ve amacı dışında kullanılmamalı, mevcut Toprak Koruma Kurulları’nın amaç dışı kullanıma aracılık eden yapısı değiştirilmelidir. Korunan tarım arazilerimizde üretim miktarı artışı, ürün çeşitliliği ve üretim sürekliliğini sağlayan tarımsal üretim planlamasına geçilmeli; tarımsal ürün dış alımı kısıtlanmalı, girdi maliyetleri düşürülerek ürün desteklerinin artırılmasına yönelik çalışmalara derhal başlanmalıdır. Tarım arazileri insanı ve insanlığı doyurur, öldürmez. Tarım arazilerimizi öldürerek geleceğimizi yok etmeyelim, aç kalmayalım, göz göre göre depremlerde ölmeyelim. Depremlere karşı ön koşul, ‘toprak ana’mızı korumaktır. Ülkemizde konut yapmaya uygun nitelikte yeterli miktarda arazi mevcuttur. Kolaycı yaklaşımlarla verimli tarım arazilerimizi imara açmayalım. Toprağı koruyalım, insanlığı koruyalım, gereksiz yerlere yapılan binalar zamansız mezarımız olmasın.”

 

Haber: Özgür ALTIN/ANKARA

Haber kaynağına ulaşmak için lütfen TIKLAYINIZ. 

Okunma Sayısı: 156
Fotoğraf Galerisi