5 HAZİRAN DÜNYA ÇEVRE GÜNÜ-BASIN AÇIKLAMASI
Açıklama metni aşağıdadır.
04.06.2009
GELECEĞİMİZİ KARARTMAMAK VE YAŞANILANABİLİR BİR DÜNYA İÇİN ÜRETİM,İNSAN ODAKLI OLMALIDIR
5 Haziran Dünya Çevre Günü; 5 Haziran 1972 yılında Stockholm‘de toplanan "Birleşmiş Milletler Çevre ve İnsan Konferansı"nın yıldönümü olan tarihtir. Bu konferansta BM "temiz ve sağlıklı bir çevrede yaşamanın temel bir insan hakkı olduğunu karar altına almıştır. 1970‘li yılların ikinci yarısından itibaren, konferansın önemine istinaden, bu konferansta alınan kararların bir anlamda çevre koruma alanında milat olması gerçeğinden hareketle, konferansın toplandığı tarih, DÜNYA ÇEVRE GÜNÜ ilan edilmiştir.
Stockholm‘den bu yana, dünyada ve ülkemizde bir dizi değişim yaşanmış, ancak değişmeyen olgu çevre sorunlarının kendisi olmuştur. Tüm iyi niyetli çabalara rağmen, küreselleşmenin yansımaları doğal varlıklar ve insanlık üzerinde yeni bir kâbus yaratmıştır.
Dünyayı kendilerine sınırsız bir pazar haline getirmek isteyen emperyalist güçler; başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın değişik coğrafyalarında, insanı ve geleceğimizi yok etme çabalarına işgallerle, kitlesel katliamlarla devam etmektedirler.
Bu küresel paylaşım savaşlarının ortasında yer alan ve açlığın, yoksulluğun, işsizliğin ve toplumsal yozlaşmanın can yakıcı bir biçimde yaşandığı ülkemiz ise; IMF ve Dünya Bankası politikalarından, (GATS) Hizmet Ticareti-Genel Anlaşması gibi uluslararası anlaşmalardan, Avrupa Birliği uyum sürecinden nasibini almaktadır.
18. yüzyılda başlayan sanayi devrimi, insanoğlunun doğayla olan ilişkilerinde köklü bir değişimi de beraberinde getirmiştir. Sanayileşme-kentleşme süreçlerinin yarattığı yoğunlaşmış çevre kirliliği sorunlarıyla tanımlanabilecek bu ilişki, 20. yüzyıla gelindiğinde ne yazık ki artık küresel ölçekte bir çevresel krize dönüşmüştür.
Doğadaki alıcı ortamların kirlilik özümseme kapasitelerinin aşılmaya başlanması, doğal ortamdaki dengelerin geri dönüşü zor, neredeyse imkansız bir şekilde değişiyor olması, çevre kirliliği kaynaklı büyük ölçekli sağlık sorunlarının gündeme gelmesi ve doğal varlıkların hızla tüketilmesi gibi süreçler sonucu ortaya çıkan ekolojik kriz, bu sorunun çözümüne yönelik arayışları ve bu noktada farklı yönelimleri gündeme getirmiştir.
Çevre olgusu, çevre sorunları ve bu sorunların çözümü yönündeki politikalar, son dönemde politik-ekonomik tartışmaların odağına yerleşmiştir. Çevre sorunlarının doğal yaşamı ve insanlığı tehdit eder noktaya gelmesi, sorunun yaşamsal önemini de ortaya koymuştur. Böylece erozyondan su kirliliğine, küresel ısınmadan radyoaktif atıklara kadar uzanan bir dizi çevresel sorun, konuya bütünsel ve çevrebilimsel bir yaklaşımla çözüm getirme gereğini tartışılmaz kılmıştır.
Ekolojik krizin temelindeki etkenlerden biri de hızlı nüfus artışıdır. Bugün dünya, mevcut kaynakları yetersiz kılan ve bu nedenle ekolojik dengeyi bozmaya başlayan bir nüfus artışı ile karşı karşıya bulunmaktadır. Bilim çevrelerinin hesaplarına göre, ancak dünya nüfusu önümüzdeki yüzyılın ortalarında 8 milyarda kalırsa, yaşanılabilir bir dünyaya sahip olabileceğiz. Bu iyimser beklentinin gerçekleşebilmesi için bugünkü nüfus artış hızının yarı yarıya düşmesi gerekiyor. Oysa, yine bir tahmine göre, dünya nüfusu 2050 yılında 11 milyara ulaşacağı belirtiliyor. Böyle bir dünyada ise tüm ekolojik dengelerin bozulacağı, çöllerin, aşınmış dağların, tükenmiş okyanusların ve yok olmuş tropik ormanların devri başlayabilecektir.
Nüfus artışının yarattığı en çarpıcı ve dramatik sonuç yoksulluk, açlık ve barınma sorunudur.
Azgelişmiş ülkelerin birçoğu, başta Afrika ülkeleri olmak üzere açlık ve barınma sorunu ile karşı karşıyadır. İklim değişikliğinin yarattığı doğal felaketler su, toprak, orman gibi doğal varlıkların tahribini hızlandırırken, bir yandan da bu varlıklara bağımlı insan neslini kıtlık ve açlık sorunu ile yüz yüze getirmiştir. Bu durumda, gıdasız, susuz kalan milyonlarca insan ya ölümü ya da göç seçeneğini tercih etme durumunda kalacaktır.
Dünya yüzeyinde bir başka felaket ya da tehlikeli gidiş de, ekilebilir toprakların aşırı kullanımı, ölçüsüz kullanılan kimyasal gübreler ve zararlılarla mücadele ilaçlarının etkileridir. Bu arada, nüfus baskısı sonucu tarıma elverişli olmayan toprakların kullanılması daha fazla alanı çoraklaştırıp verimsizleştirmektedir.
Bugün dünya nüfusunun yaklaşık %80‘ini oluşturan azgelişmiş ülkeler dünya gelirinin yalnızca %15‘ini alırken bu durumun "sürdürülebilir kalkınma" gibi kavramlarla açıklanmasının hiçbir inandırıcılığı yoktur. Çünkü, tüketim mallarının %85‘i zenginler tarafından üretilmekte ve enerjinin de %75‘i zenginler tarafından kullanılmaktadır.
Açlık,susuzluk,işsizlik ve iç göç toprakları çölleşen bir ülkenin temel sorunlarıdır.Kırsaldan kente göç beraberinde tarımsal üretimde azalma ve kentlerde yoğun işsizliği getirmektedir.Bunun sonucunda ülke genelinde işsizlik şiddetlenmekte,gelir dağılımındaki adaletsizlik artmakta,çarpık kentleşme,çevre kirliliği,doğal kaynakların aşırı kullanımı ve tahribi gündeme gelmektedir.Toprak;yaşamın ön koşulu,yeniden üretemeyeceğimiz ve satın alamayacağımız tek varlığımızdır.Bu nedenle Toprağı verimli kılmak için,önce o toprağı korumak,korunan toprağı ıslah edip geliştirmek ve verimli kılmak gerekir.
Batılı uzmanlara göre dünya ülkeleri bundan 30 yıl öncesine oranla %30 daha fazla enerji tüketmektedir.
Gelişmiş sanayi ülkelerinde yaşanan çevresel sorunların teknolojik değişimle çözülmesi yönünde çabalar sürerken, yaratılan tüketim toplumu ve bu topluma sunulan ürünlerin yarattığı sorunlardan biri de atık ve çöp sorunu olarak ortaya çıkmıştır.
Bugün gerek ABD‘de, gerekse Avrupa Birliği bünyesinde çok ciddi yaptırımlarla donatılmış çevre yasaları bulunurken, gelişmiş ülkelerden kaynaklı ya da bu ülkelerden yayılan "potansiyel kirlilik" nasıl açıklanabilir?
Rio süreci ve Kyoto Protokolü ile birlikte, iklim değişikliğine yol açan gazların yayımının sınırlanması doğrultusunda gelişmiş ülkelerin karbondioksit yayımı miktarlarını, ülkelerin 1990 yılı karbondioksit yayımı seviyesinde tutmaları yönünde bir ilke kararı benimsenmiştir. Bu anlaşmanın ABD ve gelişmiş sanayi ülkeleri tarafından imzalanmaması, uzun yıllar askıda bırakılması ise aslında siyasal bir tercih olarak yorumlanmalıdır. Gelişmiş ülkelerin bilinen ikiyüzlü politikaları, ekolojik sorunlar karşısındaki çelişkileri tam da bu süreçte su yüzüne çıkmıştır. Böylece, yıllarca dünyanın bütün varlıklarını sanayileşme ve kalkınma uğruna tüketen bugünün sanayileşmiş ülkeleri (geri kalmış ülkelere çevreyi koruyarak kalkınmayı, daha doğrusu "kalkınmamayı" öğütlerken) ekolojik sorunların çözümü için herhangi bir kaynak aktarımına, önlem almaya yanaşmamakta "kararlı" bir tavır sergilemişlerdir!
Oysa ki, CFC, karbondioksit ve metan gibi gazlar, atmosferde oluşturdukları tabaka ile güneş ışınlarını tutarak, küresel ısınmaya ve sera etkisine neden olmaktadırlar. Böylece, buzulların erimesi ile birlikte denizlerin yükselmesi, deniz ekolojisinin bozulması, seller ve erozyon gibi olaylar yaşanmaktadır-yaşanacaktır.
Bir diğer yandan, ozon tabakasının incelmesi sonucunda yeryüzüne atmosfer süzgecinden geçmeden ulaşan güneş ışınları söz konusudur. Bu durum ise insanlar için başta cilt sağlığı problemleri olmak üzere geri dönüşü olmayan yeni bir felaketler dizisinin habercisi olmaktadır...
Sanayileşme ve küresel kalkınma tezlerinin artık ne anlama geldiği bilinmektedir Küresel kalkınma ve çevre, acaba ateşle-barut gibi iki kavram mıdır? Ya da bir başka ifade ile küreselleşmenin yarattığı savaş, açlık, sömürü sürecinin bir boyutu da ekolojik sorunlar olarak mı ortaya çıkmaktadır?
Çevre Sorunları , Türkiye ve Gelecek....
Türkiye‘de Dünya Bankası ve IMF politikaları ile şekillenen ekonomik yönelimler, devletin yeniden "inşa" süreci ve özelleştirme , emekçi sınıfları ve kent yoksullarını açlık sınırına getirmiş bulunuyor. Bu ortamda, sözde demokrasi vaatleri, AB söylenceleri, tüketim toplumu şiarını propaganda haline getiren sermaye çevreleri ve siyasi iktidar; kent ortamlarını, doğal ve kültürel çevreyi, ormanları, tarım alanlarını ve kıyıları yağmalayarak toplumsal bir akıl yitimine neden olmaktadır.
Ülkemizde genel politika süreçleriyle büyük bir uyum içinde, çevre alanı da yıllar boyunca istismar edilmiş, bir talan ve yağma olanağı olarak yerli ve yabancı sermayenin hizmetine sunulmuştur. Çevre sorunlarına ilişkin politika yoksunluğu ve yasal karmaşa, denetim ve yaptırım eksikliği gibi sorunlar; doğal olay olan depremlerin katliama, yağışların sel felaketlerine, yanlış yerleşim politikalarının rant kavgalarına, çöp dağlarının bombalara dönüşmesine neden olmaktadır.
Çevre alanında, doğal varlıklarımızın korunması ve gelecek kuşaklara taşınması, bir insanlık sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır. O halde, çözüm yolunda da son sözü insanlığın söyleyeceği açıktır.
İbrahim GÜR
Ziraat Mühendisleri Odası
Denizli Şube Başkanı