AB SÜRECİNDE TARIM - ODTÜLÜLER BÜLTENİ - ARALIK 2006

MERKEZ
15.01.2007
 

Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı Gökhan GÜNAYDIN‘ı "AB Sürecinde Tarım" konulu söyleşimizde misafir ettik. Sayın GÜNAYDIN ülkemizdeki tarım sektörünün yapısı, ve AB sürecinde bizi bekleyen sorunlar konusunda oldukça aydınlatıcı bilgiler verdi. Konuşmasında öne çıkan konuları aşağıda kısaca özetliyoruz.

 

Genel görünüm

Kır ve kent sorunları sanıldığından çok daha fazla birbirine yakın olmasına rağmen günümüzde tarım, kentlerin görece uzak hissettiği bir üretim alanı niteliği taşımakta, paradoksal bir şekilde Türkiye‘nin sosyal ve siyasal yaşamına kattığı sorunlar ile birlikte anılmaktadır.

Türkiye‘de 7 coğrafi bölgede ve 9 tarım bölgesinde 130 kültür bitkisinin tarımı yapılıyor. Anadolu‘nun en önemli özelliklerinden birisi dünyanın gen bankası niteliğini taşımasıdır. Avrupa kıtasının toplamında 13.000‘in biraz altında bitki çeşidinden bahsedilirken bu coğrafyada 13.000 bitki çeşidi yaşıyor ve bunun 3.000‘i endemik bitkidir, yani orijini Türkiye‘dedir. Tarım sektörü ulusal gelire %11.5 dolayında bir katkı yapıyor. 6.4 milyar $ tutarında tarım ürünü ithalatı yapıyoruz. Bu dış alım 8.2 milyar $‘lık dış satımla karşılaştırıldığında sanki 2 milyar $‘a yakın bir artımız vardır ve tarımda işler yolunda gidiyor gibi görünebilir. Ancak bu istatistiğin alındığı 2005 yılında Türkiye‘nin fındık dış satım geliri 1.9 milyar $‘ın biraz üzerindedir. Oysa fındığın olağan dış satım geliri 400-500 milyon $ düzeyindedir. Fiskobirliği‘nin özerkleşmesi sonrasında uyguladığı yüksek fiyat politikalarıyla, fındık fiyatının 7.5 milyon liraya kadar tırmanması, dış satım gelirini 2 milyar $ kadar geriye çekmiştir. Bu aradaki 1.8 milyar $‘dan fındığı çektiğinizde, aslında Türkiye tarım ürünleri ithalatçısıdır.

 

Sosyolojik boyutuna baktığımızda, ülkemizde kentleşme oranı %65.Bir diğer deyişle kırsal alanda 22 milyon dolayında insan yaşıyor. Tarım sektörünün istihdama katkısı ise %29.5 dolayındadır. Kırsalın tek ekonomik getiri kaynağının tarım olduğu gerçeğini vurgulamalıyız. 1986‘dan 2004‘e kadar olan süreçte tarım sektöründe çalışan insan sayısı 7.2 milyona düşmüş ve kırsal kesim 18 yıllık dönemde yaklaşık 1 milyon nüfus kaybetmiştir. Ayrıca hemen arkasından 2004-2005 döneminde 1.3 milyon insan tarım sektöründen kopmuş ve kentlerin varoşlarına yönelmişlerdir. Bu kopuşun iki nedeni olabilir. Biri yeni istihdam olanakları olabilir, bu insanlar sanayii ve hizmetler sektöründe yeni istihdam olanaklarına kavuşmuşlardır. İşsizlik ortalamasının Türkiye‘de son yıllarda %9.5-10 sarkacında olduğu ve tarım sektöründeki istihdamın temel özelliğinin de eğitim düzeyi düşük ve kadın emeğinin en yoğun olduğu düşünüldüğünde tarım sektöründen kopanların yeni istihdam olanaklarının vaadettiği bir yapıya kavuşmak için köylerini terk etmediği görülmektedir. O halde kırsal alanda bir şeyler oluyor, bunun üzerinde düşünülmesi lazım.

2004-2005 yılında tarımsal ürünlerin çıktı fiyat değişimlerini gördüğümüzde tütün, yaş çay yaprağı ve fındık dışında diğer ürünlerin tümünde bir reel fiyat gerilemesi olduğunu görüyoruz. Fiyatlarda seçilen 19 üründe ortalama %25 düşüş olmuştur. Çıktılar gerileme yaşarken, girdi fiyatlarında (mazot, gübre) %16 oranında fiyat artışı olmuş, hedeflenen enflasyon %8 civarında. Bu kırsal alanda tutunmayı zorlaştıran ve kırdan kente göçüşü tetikleyen bir tablodur.

Dünya Ticaret Örgütü, IMF ve Dünya Bankasının Rolü

Tarımı değerlendirirken Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) anlaşmalarını ve Dünya Bankası ve IMF aracılığıyla yürütülen tarım reformu sürecini de göz önünde bulundurmak gerekir. DTÖ ilk kez tarım odaklı anlaşmasını 1994‘te Uruguay‘da imzaladı. Bu anlaşma ile hedeflenen "Adil ticaret" sistemi idi. Böylelikle ülkeler daha az iç destek verecekler, daha az ihracat sübvansiyonu verecekler ve pazara giriş olanaklarını arttıracaklardı. Başka bir deyişle gümrük vergilerini azaltacaklardı. Bunun altında yatan temel felsefe Mukayeseli Üstünlükler. Þunu söyler DTÖ terminolojisi, eğer bu destekler gibi ticareti bozucu etkenleri kaldırırsanız, dünyada Mukayeseli Üstünlükler çalışır.

1986-88 yılında üretici destek tahminin 241 milyar $ olduğunu ve 2001-2003 aralığında, yani gelişmiş ülkeler için indirgeme taahhüdünün sona erdiği yıl itibariyla bu rakamın 238 milyar $‘a indirgendiğini görür isek aslında bütün o indirgeme söylemlerine rağmen gelişmiş dünyanın tarım desteklerini tavsiye etmediğini, nitelik değiştirerek bu destekleri sürdürdüğünü bir kere daha görmüş oluruz. Mukayeseli Üstünlükler ile ilgili pamuk örneği üzerinden gitmek zihin açıcı olur. Dünyanın en yüksek pamuk verimine sırasıyla İsrail, Avustralya ve Suriye sahip. Onları Türkiye izliyor. Ancak ekim alanlarına baktığınızda Türkiye‘nin ekim alanı 700.000 hektar. Diğer ülkelerin ekim alanları görece daha düşük. Böyle bir bakış açısıyla 700.000 ve üzeri ekim alanına sahip pamuk üreticisi diğer ülkeler arasında en yüksek verime sahip olan ülkenin Türkiye olduğunu hemen görebiliyoruz.

Peki mukayeseli üstünlükler çalışıyor ise, Türkiye‘nin 2/3 verim değerine sahip ABD nasıl oluyor da Türkiye‘ye yılda 600 milyon $ civarında pamuk satabiliyor? Bu verimlilik listesine giremeyen Yunanistan nasıl oluyor da Türkiye‘ye 400 milyon $ pamuk satabiliyor? Soruyu böyle sormak lazım. Bizden daha düşük verimliliğe sahip olan ülkelerin Türkiye‘ye pamuk satabilmelerindeki nedenin iç destek ve sübvansiyonların olduğunu görmemiz gerekiyor. Amerika‘da, Bush‘un seçim bölgesi olan Teksas‘ta, 25.000 pamuk üreticisine yılda 4 milyar $ destek veriliyor. Bu destek yalnızca Türkiye‘nin pamuk piyasasını bozmakla kalmıyor, ekonomileri pamuk üretimine dayanan 10 Afrika ülkesinde açlık olarak somutlanıyor. Dolayısıyla dünyada çalışan "mukayeseli üstünlükler" değil, "mutlak üstünlükler"dir.

Gümrük Vergileri indirilirse ne olur?

Türkiye‘nin tarife profilinde ve tarife boşluğu analizinde bunun cevabını bulabiliriz. Türkiye oldukça yüksek bir koruma yapmasına rağmen, 6.4 milyar $‘lık tarım ürünü dış alımı yapmaktadır. Bu gerçek bize bunların hızla indirgendiği bir süreçte yaşanacak bir iç piyasa yıkımının boyutunu gösterebilir. OECD raporlarına göre 1999‘da Türkiye, tarımına 4.2 milyar $ para aktarırken, 2002‘de 1.1 milyar $‘a inmiştir. Dünya Bankası‘nın kendi uzmanları aracılığıyla yürütülen 1999-2002 yılları arasındaki programa göre tarımsal GSMH 27 milyar $‘dan 22 milyar $‘a gerilemiştir. Üretici yılda 4 milyar $ tutarında para kaybetmştir. 450.000 hektar alan, maliyetlerin elden edilen çıktı fiyatlarının üzerine çıkması nedeniyle çiftçiler tarafından terkedilmiştir. Örneğin ABD‘de mazota ödenen para, Türkiye‘de ödenen paranın üçte biri kadar. Mazot Türkiye‘de tarım girdilerinin en önemli girdi kalemlerinden. Türkiye‘de ortalama işletme ölçeği 6 hektar, ABD‘de ise bu rakamın 10 katından daha fazla. Dolayısıyla toplam maliyetler açısından değerlendirdiğinizde çokça kıyaslanabilir olmadığı görülebiliyor. Bu sürecin sektörde bir çöküşü yansıttığı açıktır. Türkiye böyle bir yapı içerisinde, AB müzakere sürecine hazırlanmaya çalışmaktadır.

AB Ortak Tarım Politikası

AET, 6 ülke ile kurulduğunda, ilk uluslarüstü politika olarak Ortak Tarım Politikası (OTP) tesis etmişlerdir. O dönemleri düşündüğümüzde bu ülkelerin gıdada kendine yetmeyen ve 2. Dünya Savaşı‘ndan sonra yaşadıkları açlık tecrübesinin gıda güvenliğini sağlamayı öncelikli olarak ele almalarında etkili olduğu düşünülebilir. Hemen arkasından 1961 yılında Avrupa tarımsal garanti ve yön verme fonunu kurmuşlardır. Bu fon aracılığıyla tarımlarını yılda 40

ila 50 milyar ECU dolayında desteklerle desteklemişler ve 60‘larda kendine yetmeyen bu topluluk 1970‘lerin sonunda önemli tarım ürünlerinde kendine yeter hale gelmiş ve 80‘lerde kapitalist tarım sektörü anlayışı verimliliği ve üretim artışlarını sürekli tahrik etmiş ve topluluk kendine yetmenin çok üzerinde bir kapasiteye sahip olmuştur.

Verimlilik için hayvan artıkları hayvanlara yedirilmekten çekinilmemiş ve bu yaklaşımın sonucu olarak da deli dana hastalığı dünyaya "armağan" edilmiştir. 1980‘lerin ortalarında AET‘nin sorunu, tarımdaki konu bu fazlalıkların dış pazarlara satma gerekliliğidir ve ihraat için gereken de sübvansiyonlardır. AET bunu düşünürken Atlantik‘in öbür tarafında, ABD‘nin de benzer bir gereksinimi vardır. Bizim ihracat sübvansiyonları dediğimiz dönem de işte bu dönemde başlamıştır. ABD, Fransa‘nın geleneksel pazarı olan Fas, Tunus, Cezayir‘deki egemenliğini kırmak için bütün Atlantik okyanusunu geçip, Akdeniz‘den gemiler geçirip, bu ülkeler 100$‘a buğday üretirken, 25$‘a un satmıştır. Bu ülkelerdeki politikacılar ve iksitatçılar da şunu tartışmaya başlamışlardır. 25$‘a ithal etme olanağınız olan bir ürünün hammaddesini 100$‘a üretmenin bir mantığı var mıdır? Buna istinaden Amerika‘dan gelen un ithalatına bağımlı bir yapı doğurulmuştur. AB‘nin de buna yanıtı aynı şekilde Latin ülkelerine süt tozu satmakla gerçekleşmiştir. Ve bu tarım savaşı 1994 yılında Uruguay‘da imzalanan anlaşma ile sona ermiştir.

AB‘den kapanması çok da mümkün olmayan sosyal ve ekonomik açıkları kapatmaya yönelik bir para transferi artık beklenmemelidir. Tarım ve kalkınmayı destekleme programı içerisinde 10 ülkeye yılda aktarılan para miktarı 520 milyon €‘dur. Dolayısıyla kimsenin başına artık para yağmayacaktır. Paradan daha çok politika transferi söz konusudur. 6 Ekim 2004 tarihinde yayınlanan Etki Değerlendirme Raporu‘nda, olası bir üyelik durumunda Türkiye‘nin rekabet gücünün yüksek olacağı ürünleri yaş meyve sebze, koyun eti ve bakliyat olarak belirtilmiştir. Bu 4 ürünün dışında kalan tüm ürünlerin %90‘ı rekabetçi olamamaktadır.

Yine doğru bir tespitle olası bir üyelikte, karşılıklı kısıtlamaların kaldırılması sonucu AB‘nin Türkiye‘ye yapacağı dış satım artacak ama tersi durum azalacaktır ve bu Türkiye‘de bir şok etkisi yaratacaktır. Öneri olarak da denilmiştir ki, "Bu şok etkisinin etkisini azaltmak için Türkiye, üyelikten önce AB‘ye yönelik ticari kısıtlamaları kaldırmalıdır"! Bu gülünecek bir durumdur.

Gümrük Birliğinin etkisi

Gümrük Birliği‘nin tarıma etkisi nedir diye düşünüldüğünde tarımın Gümrük Birliği‘nin dışında olduğunu vurgulamak gerekir. İçeriğinde sadece tahıl, süt ve şeker bulunan işlenmiş tarım ürünleri anlaşmanın kapsamındadır. Anlaşmanın imzalandığı günden bugüne Türkiye‘nin dünyaya karşı yaptığı işlenmiş tarım ürünleri dış satım-dış alım dengesinde Türkiye lehine bir durum varken, AB‘yle olan aynı ilişkide AB lehine 4 katın üzerinde bir avantaj ortaya çıkmıştır. Eğer, görece rekabet üstünlüğümüzün daha az olduğu tarım ürün dengeleri için sonucun ne olacağını görmek istersek de, bu durum göz önünde bulundurularak çok fazla analiz yapmaya gerek kalmamaktadır.

Türkiye içi üretim durumumuza baktığımızda, ve güncel konulardan birisi olan örneğin mısıra odaklandığımızda; Türkiye‘de "dağ taş mısır oldu" denilerek mısır destekleme fiyatının ve prim miktarlarının azaltılması sonucu önümüzdeki yıl mısırda 1 milyon ton dış alım yapılacaktır. Mısırdaki dış alım Arjantin ve Amerika‘dan gelen genetiği değiştirilmiş mısırdır. Mısırdan üretilen nişasta bazlı şeker, sanayi şekeri olarak kolalı içeceklerde ve tatlılarda kullanılmaktadır. Tüketiciye sorulmadan Genetiği Değiştirilmiş Organizmalı (GDO) 800 çeşit ürün insanların sofralarına ulaşmaktadır. Oysa Avrupa‘da, biyogüvenlik yasası gereği herhangi bir GDO‘lu ürünü GDO etiketi yapıştırmadan satamazsınız. Bunu her ilerleme raporunda eleştirirler ama Türkiye yakasında hiçbir gelişme olmaz. Çünkü mısır ithalatından Türkiye‘de kim rant sağlıyor ve mısırı kim işliyor?

Cargill

Cargill‘e kimler ortak? Ülker

Ülker neyi üretiyor? Cola Turka

Cola Turka‘nın İstanbul dağıtımını kim yapıyor?...

Sorularına vereceğiniz yanıt, neden ulusal biyogüvenlik yasasının çıkamadığının bir açıklaması olarak görülebilir.

(Mısırdan elde edilen şeker şurubu, şeker pancarından elde edilen şekerden daha ucuza üretilmektedir. Ayrıca, nişasta bazlı şeker yüksek oranda fruktoz içermekte , fruktoz , normal şekerde olduğu gibi vücutta insülin salgılatmamakta ve açlık hissini gideren leptin hormonunu tetiklememektedir. Bu nedenle de nişasta bazlı şeker kullanılan içecekler içildikçe içilmekte , beyine bir türlü dur sinyali gitmemektedir. Durum böyle olunca mısırdan elde edilen nişasta bazlı şeker tercih edilir hale gelmektedir.)*

Cargill bir Amerikan firmasıdır ve 1999 yılında Bursa Orhangazi‘de 1. sınıf tarım toprağı üzerinde bir fabrika kurmuştur. Fabrika, geçerli hukuk mevzuatına aykırı olarak kurulmuştur. Dönemin Bursa Valisi ve Belediye Başkanı, Organize Sanayi Bölgesi‘nde yer gösterdiği halde, fabrika hiçkimseye aldırılmadan Orhangazi‘ye kurulmuştur. İznik Gölü‘nün bütün suyunu çekmekte ve deşarjını da göle vermektedir.

Bu fabrika için Ziraat Mühendisleri Odası (ZMO) öncülüğünde bütün Demokratik Kitle Örgütleri‘yle birlikte Danıştay ve Bursa İdare Mahkemesi‘nden aldığımız ruhsat ve deşarj iptallerinin sayısı hatırlanamayacak kadar çoktur. Bu fabrika hep çalışmaya devam etmiştir. En son, 3 Temmuz 2005 tarihinde bu ülke 5403 sayılı bir yasa çıkartmıştır. Yasanın adı Toprak Koruma ve Arazi Kullanım yasasıdır. Bu yasanın geçici 1. maddesine göre; "Geçerli mevzuata aykırı olacak şekilde tarım toprağını amacı dışında kullananlar, metrekare başına 5 YTL ödemek koşuluyla hukuk şemsiyesi içine girerler." (Danıştay‘ın 10. Dairesi, Bakanlar Kurulunun bu kararı için yürütmeyi durdurma kararı verir. Daha sonra Ekim 2006 da , Cargill hakkında verilen mahkeme kararı uygulanır ve fabrika kapatılır. AKP Bursa milletvekili Altan Karapaşaoğlu‘nun TBMM ne verdiği ," Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanununa Bir Geçici Madde Eklenmesi Hakkında Kanun Teklifi " 23 Kasım 2006 tarihinde Mecliste kabul edildi)*

Türkiye adeta kendi ülke sınırları içerisinde hukuku çiğnemenin bedelini belirlemiştir. Fakat bununla kalınmamış, bu yasanın çıkmasında 2 gün sonra, 5 Temmuz‘da Cargill‘in 212 bin metrekare alanı Bakanlar Kurulu kararı ile özel endüstri bölgesi ilan edilmiştir. Bunun amacı, şaka gibi: Cargill 5 YTL de ödemesin!. Cargill Bakanlar Kurulu‘ndan bu kararı da  çıkarttırabilmiştir. Yasa 19 Temmuz tarihinde Resmi Gazete‘de yayınlanmıştır. Cargill Özel Endüstri Bölgesi geçici 1. maddeye başvurmamıştır ama gelin görün ki resmi yazışmalarda kullanılan ‘muzır Sivil Toplum Örgütleri‘nin faaliyetleri nedeniyle‘, Danıştay Özel Endüstri Bölgesi kararını iptal edivermiştir. Cargill, bir kez daha hukuk şemsiyesi dışında kalınca, yasa değiştirmenin zor olmadığı bu ülkede, yapılması gereken şey yine yasa değiştirmek olarak görülmüştür. Geçici 1. maddenin süresi 1 yıl daha uzatılmak üzere bu saatlerde görüşülmektedir. Hedef, Cargill‘in buraya başvurması ve hukuki sorunlarını çözmesidir, çünkü Washington‘dan talimat alınmıştır.

(Söyleşiden sonraki günlerde alınan bir karar ile Cargill‘in işlemin iptali için açtığı davada Bursa 1. İdare Mahkemesi, ‘üretim faaliyetinin durdurulması hukuken yanlış‘ kararı alarak yürütmeyi durdurdu.-ND)

2000 yılında 18.8 milyon ton olan şeker pancarı üretimi, 14.7 milyona tona düşmüştür. Çünkü nişasta bazlı şekere tanınan kota 2001 yılında %15‘e çıkarılmıştır. Bu şu demektir; şeker pancarı çiftçisi pancar ekmesin, Cargill, işlediği mısırı da sanayi şekeri olarak piyasaya satsın.

Tarım ekonomik ve sosyolojik boyutları ile önümüzdeki dönemde Avrupa Birliği karşısında ülkemizi zorlayacak önemli konulardan birisidir. Bu sorunların aşılabilmesi için öncelikle kendi bütçemizi, kendi ihtiyaçlarımız doğrultusunda odaklamak çözüm olabilir.

Derleyen: Nevres DABIL (CE‘98)

Okunma Sayısı: 965