DÜNYA ÇİFTÇİLER GÜNÜ BASIN AÇIKLAMASI
14 Mayıs Dünya Çiftçiler Günü dolayısıyla Şube Binamızda basın toplantısı yaptık. Şube Başkanımız Prof. Dr. Kamil Okyay SINDIR tarafından yapılan basın açıklaması aşağıdadır.
14 Mayıs Dünya Çiftçiler Günü dolayısıyla Şube Binamızda basın toplantısı yaptık. Şube Başkanımız Prof. Dr. Kamil Okyay SINDIR tarafından yapılan basın açıklaması aşağıdadır.
14 Mayıs Dünya‘da Çiftçilerin Günü - Peki Ya Türkiye‘de ?
1946 yılında Uluslar arası Tarım Üreticileri Federasyonu‘nun kuruluş tarihi olan 14 Mayıs her yıl Dünya Çiftçiler Günü olarak anılır...
14 Mayıs, ülkemizde ise her geçen gün endüstriyel işletmelerin egemenliğine terk edilen tarım sektörümüzde, hızla yok olma sürecine sokulmuş bulunan ve çok yakın bir gelecekte "şehit" veya "gazi" sıfatıyla anılmaya başlanacak "çiftçilerimizin" yaşam mücadelelerinde onlarla dayanışma ve her geçen gün derinleşen ve çözümü olanaksızlaşan sorunlarını bir kez daha kamuoyu ile paylaşma günü...
Tarımımızda Vizyon Sorunu
Tarım sektörümüz, esas itibariyle ülkemiz ekonomisi ve sosyal yapısı açısından çok önemli bir konumda bulunmakta, istihdamın %28‘ini, Gayri Safi Milli Hasıla‘nın (GSMH) ise %10.5‘ini oluşturmaktadır. Ülkemiz, sahip olduğu farklı iklim ve toprak özelliklerine bağlı olarak çok geniş ve yüksek bir tarımsal üretim potansiyeline sahiptir. Tarımda dünyanın lider ve önder ülkeleri arasında bulunmamız gerekirken ne yazık ki uzun yıllardır izlenen neo-liberal politikalar sonucunda sektörümüz üreterek büyüyen değil dış ticaret dengesinin aleyhine büyüdüğü ve "kendine yeter" olma özelliğini de yitirerek yok olma sürecine itilmiştir.
Tarım sektörümüzün halen vizyon yoksunu olduğunu ve geleceğe yönelik stratejik amaç ve hedeflerinin ve tüm bunlara bağlı politika kararlarının belirlenmemiş olduğunu söylemek te yanlış olmaz.
Uzun yıllardır, ülkemiz tarımında uygulanan desteklemeler ya amaç haline getirilmiş ya da kirli siyasetin seçim politikalarının bir aracı olarak kullanılmıştır. Tarımda politikasızlık ve istikrarsızlık böylesi alışılagelmiş bir davranış biçimi olmuş ve olmaya da devam ediyor. Oysa, tarımsal desteklemeler bir amaç değildir ve olmamalıdır. Yaratacağı etkiler dikkate alınarak miktar ve yöntem konusunda doğru kararlar verilmelidir. Tarım politikalarının en temel amaçları arasında;
•· üretimde verim/verimlilik artışını sağlamak
•· ürün kalitesini yükseltmek
•· tüketicinin gıda güvenliğini, diğer bir deyişle sağlıklı gıda ile buluşabilmesini sağlamak
•· halkın, başta en temel besin maddeleri olmak üzere, gıda gereksinimlerini güvence altına almak ve bu anlamda üretimde istikrarı sağlayabilmek
•· üreticinin gelir düzeyini artırmak, gözetmek ve sosyal refahın artırılmasına katkıda bulunmak
•· dengeli, istikrarlı, coğrafik ve iklimsel özellikleri dikkate alan üretim planlarını yaşama geçirebilmek
•· tarım ürünlerimizde dünyada söz sahibi olabilmek, rekabet avantajını yakalayabilmek
yer almaktadır. Üretime aktarılan destekler de bu amaçlara ulaşılabilmesi için kullanılabilecek araçtan öte bir şey olmamalıdır. Oysa halihazırda uygulanan DGD (Doğrudan Gelir Desteği) modeli bu amaçların hiçbirine hizmet etmemektedir. Buna rağmen, 2008 yılı DGD ödemeleri de dekar başına 10 YTL‘den 7 YTL‘ye indirilmiştir. Bazı ürünlere uygulanan prim ödemelerinde ise, zeytinyağındaki 11 kuruştan 20 kuruşa artış dışında, hiçbir değişiklik yapılmamış olup tersine dane mısırda 6.7 kuruştan 2 kuruşa düşürülmüştür. Dane mısırdaki söz konusu düşüşün, halen 500 bin tona yaklaşan mısır ithalatının yeniden 1 milyon tonun üzerine çıkmasına ve ortaya çıkacak arz eksikliğinin ABD ve Arjantin‘den genetiği değiştirilmiş mısır ithalatına neden olacağı görülmektedir. Hayvancılık sektöründe ise üretimle ilişkisi koparılmış bir modele geçiş yapılmış ve hayvan başına 300 ile 400 YTL arasında sabit bir ödeme planı ortaya konmuştur. Aynı zamanda süt teşvik primleri, suni tohumlama, suni tohumlamadan doğan buzağı, damızlık gebe düve destekleri kaldırılmıştır. Böylesi bir uygulamanın hayvan bakımı ve verim artırma çabalarına olumsuz etkilerinin olacağını, kayıt dışılığı körükleyeceğini ve sadece küçük üretici değil büyük süt firmalarının da bundan zarar göreceğini söyleyebiliriz.
TC Maliye Bakanlığı verilerine göre, ülkemiz 2007 yılı GSMH‘sı yaklaşık 647 milyar YTL düzeyinde iken tarıma ayrılan 5.4 milyar YTL bütçe bunun sadece % 0.84‘ü düzeyinde kalmıştır. Yani Tarım Kanunu ile zorunlu olan ez az % 1 düzeyini dahi bulamamış, diğer bir deyişle yasalar önünde suç işlenmiştir.
Ülkemiz tarımında sürdürülen politikalar ulusaşırı şirketlerin çıkarına çiftçilerin aleyhine devam etmektedir. Bir dizi yasal düzenleme ve fiyat politikaları ile üretimden pazarlamaya çiftçileri baskılayacak, üretimden uzaklaştıracak hatta tarlasını bağını bahçesini elden çıkartmasına neden olabilecek yaptırımlar uygulanmakta ve ulusaşırı şirketlere yeni özgür alanlar açılmaya devam edilmektedir.
Küreselleşmenin bir gereği olarak son 25 yıldır uygulanan neo-liberal ekonomik, sosyal ve kültürel politikalar ve özelleştirmeler ile sosyal devlet korumasından uzaklaştırılan ve müşteri konumuna getirilen köylünün ve çiftçinin, çetin piyasa koşullarına ve ulusaşırı sermayenin egemenliğine hızla terk edilme sürecinde olduğunu artık tüm yurttaşlarımızın görmesi gerektiğini düşünüyoruz.
Diğer yandan toprak mülkiyet dağılımındaki adaletsizlik, çok parçalılık, sulama yatırımlarının yetersizliği, kırsal altyapı, kurumsal yapılanma ve benzeri yapısal sorunlar ile birlikte bitkisel ve hayvansal üretimde verimlilik ve kalite sorunlarının da mutlak surette ve öncelikle çözülmesi gerekmektedir.
Pamuk gibi çok stratejik ürünlerde dahi uygulanan yanlış ve eksik politikalar sonucunda zarar eden üreticilerimiz sadece bu ürünlerden değil, ne pahasına olursa olsun, üretim sürecinden dahi kaçar olmuşlardır.
Esasen, özelleştirme olgusu genellikle küreselleşmenin bir gereği olarak, devletim hüküm ve tasarrufunda bulunan gayrimenkullerin özel sektöre devri olarak ifade edilmekte ve bu kapsamda ülkemizde Tekel, Şeker Fabrikaları, TZDK, SEK, vb onlarca iktisadi teşekküllümüz kamusal mülkiyetten özele devredilmiştir. Oysa ülkemiz tarım sektöründeki en önemli özelleştirme alanının tarımsal yayım faaliyetlerinden devletin gittikçe uzaklaşması ve mühendis-çiftçi arasındaki bağın kopartılmış olmasıdır. İşte bu nedenledir ki bugün verimsizlik, gıda güvenliği, çiftçi gelir düzeyinde gerileme, kırsal yoksulluk ve işsizlik ve diğer birçok sorun ile karşı karşıya kalıyor ve ülkemiz bitkisel ve hayvansal gen kaynaklarının yok olması ve yerli tohum, yerli anaç, yerli damızlık vb alanlarda dışa bağımlılığımızı derinleştiren uygulamaları yaşıyoruz.
Girdi Maliyetlerinde Artışlar, Üretici - Tüketici Fiyatlarındaki Uçurum
Çiftçimiz, bir yandan acımasız doğa koşullarına terk edilmekte, bir doğal afet olan kuraklıktan gördüğü zararlar sırtına yüklenmekte, diğer yandan da üretimin vazgeçilmezleri olan tohum, ilaç, gübre, mazot ve makine gibi girdi maliyetlerindeki inanılmaz artışlar, ürün fiyatlarında gerileme ve ödenemez meblağa ulaşmış durumdaki kredi borçları ile içinden çıkılamaz bir girdaba itilmektedir. Bir bankaya olan kredi borcunu bir başka bankadan aldığı kredi ile ödeyerek hayatta kalma mücadelesi veren çiftçilerimizin büyük bir kısmı, 2 veya 3 ayrı özel bankaya olan kredi borçları nedeniyle ipotek altındaki tarlalarını her an kaybetme riski altındadır.
Diğer yandan kentleşme, turizm, sanayi, madencilik ve diğer sektörel faaliyetler nedeniyle hızla tarım dışına çıkartılan tarım alanları, son yıllarda bir de özellikle küçük üreticilerin rasyonel üretim olanağını yitirmeleri sonucu üretimi terk etmeleri ile daha da büyümekte ve yaklaşık 1 milyon hektara ulaşmış bulunmaktadır.
Aynı zamanda son birkaç yılda 2 milyona yakın çiftçimiz tarımı bırakmak zorunda kalmıştır. Sanayi ve hizmet sektörlerinin istihdam çağrılarının çok üzerinde olan tarım sektöründen kentlere doğru artan işgücü göçü kentlerde sosyo-ekonomik ve kültürel sorunların büyümesine neden olmaktadır.
Tüketiminin % 50‘lere varan kısmının, hammaddesinin ise neredeyse tamamının ithalata dayalı olduğu gübrede fiyatlar son bir yıl içerisinde çeşidine göre % 50 ile % 150‘ye varan oranlarda artış göstermiştir. Büyük oranda bilinçsiz ve toprak tahlili yapılmadan uygulanmakta olan hektara gübre tüketiminin; AB‘nin üçte biri oranında düşük olması ve aynı zamanda da fiyat artışları karşısında daha da düşmesi düşündürücüdür.
Aynı şekilde mazot fiyatları son bir yılda % 23 artış göstermiştir. Keza, elektrik borçlarını ödeyemeyen üreticilerin sayaçlarının kapatılarak elektriklerinin kesilmesi nedeniyle sulama sistemlerini devreye sokamamaları da ayrı bir sorun olarak yaşanmaktadır. Söz konusu borçların yarısına yakın kısmını oluşturan gecikme faizlerinde indirim uygulanması ve ana para borçlarının da uzun vade ile yeniden yapılandırılması gerekmektedir.
Sebze tohumunda %90‘a varan oranda dışa bağımlı hale geldiğimiz tohumculuk sektörü de "Tohumculuk Kanunu" ile devlet, tohumluk üretimi, sertifikasyonu, ticareti ve piyasa denetimi alanlarındaki yetkisini, tohumculuk faaliyeti ile uğraşan alt birlikler tarafından kurulacak "Türkiye Tohumcular Birliği"ne süresiz olarak devretmiştir. Çoğunluğunu ulusaşırı şirketlerin Türkiye temsilcileri veya onların taşeronları olan özel sektör kuruluşlarının ve onların sivil toplum kuruluşlarının oluşturduğu "Türkiye Tohumcular Birliği"ne söz konusu yetki devri ile tarım sektöründe girdide dışa bağımlılık derinleşmekte, gıda güvenliği ve güvenli gıdaya erişme hakkı ortadan kalkmakta, küçük çiftçilerin yok olmasına neden olunmakta, biyolojik çeşitliliğimiz ve zengin tarımsal ürün desenimiz tek tipleştirilerek yok olma sürecine sokulmaktadır. Islahçı Haklarının Korunmasına dair Kanun, UPOV (Uluslararası Yeni Bitki Çeşitlerini Koruma Birliği) sözleşmesine taraf olunması ile de yerel çeşitlerimizin patent altına alınması suretiyle yaşam hakkımız ve gıda egemenliğimiz ortadan kalkmaktadır.
Diğer yandan, çiftçinin eline geçen ürün fiyatlarında düşüş gözlenirken, üretici ile tüketici fiyatları arasındaki fark; yaş meyve sebzede % 300‘lere, kurutulmuş ürünlerde % 200‘lere, pirinçte % 500‘e, sütte % 250‘lere varan oranlarda gerçekleşmiştir. Diğer bir deyişle, tüketicilerimizin marketlerden satın almakta oldukları tarım ve gıda ürünlerinin fahiş fiyatları aslında üreticinin değil aracıların cebine girmektedir.
Canlı hayvan ithalatının kapısı da aralandı ve ilk olarak ABD‘den ithalat başlatıldı. BSE (deli dana hastalığı) vakalarının halen görülmekte olduğu çeşitli AB ülkelerinden de yapılacak ithalat ile ülke insanımızın gıda güvenliği risk altına sokulmaktadır. Oysa ülkemizde damızlık hayvan açığı bulunmamaktadır ve ithalatı kesinlikle engellenmelidir. Aksi takdirde, bir dönem kuş gribi söylentileri ile kanatlı yetiştiriciliğinde olduğu gibi, herhangi bir BSE vakası ile büyükbaş hayvancılığımız yok olma noktasına gelebilecektir. Böylesi bir durum sadece çiftçimiz için değil aynı zamanda et ve süt sanayicilerinin de iflasına neden olabilecektir.
Dünya ve Türkiye‘de Gıda Fiyatlarında Artış
Dünyada;
•· özellikle gelişmiş batı ülkelerinde enerji çeşitliliği ve güvencesini sağlayabilmek üzere artan biyoyakıt (etanol, biyodizel) amaçlı üretim alanlarının (buğday, soya, mısır, palm yağı, kanola, vb) artması,
•· artan petrol fiyatları,
•· İklim değişikliği, kuraklık ve seller,
•· Çin, Hindistan gibi ülkelerdeki gelir artışları sonucu artan gıda tüketimleri (örn. Çin‘de 1980-2007 yılları arasında kişi başına et tüketimi 20 kg‘dan 50 kg‘a çıkmıştır)
•· Toplam üretimin önceki yıllara göre daha fazla olmasına rağmen büyük tahıl üreticilerinin sezon sonu stoklarının negatif düzeyde olması
•· Dışsatım kısıtlamalarıyla küresel pazara sunulan gıda maddeleri arzının düşmesi,
•· Zimbabwe gibi Afrika‘nın tahıl ambarı olan bir ülke yönetimindeki istikrarsızlık
•· Amerikan dolarının zayıf kalması sonucunda ülkelerin dışalım taleplerinin hızla artması sonucu,
Mart 2007 - Mart 2008 arasında mısırda % 31, pirinçte % 74, soyada %87, buğdayda % 130, genel olarak gıda maddelerinde ise % 83 fiyat artışları gerçekleşmiştir. Söz konusu fiyat artışlarının 2008 ve 2009 yıllarında da devam edeceği veya en azından yüksek seviyelerinde kalacağı, arz-talep dengesinin oluşması sonucunda fiyatlarda kısmi oranda bir gerileme yaşanacağı tahmin edilmektedir. Her ne kadar söz konusu fiyat artışlarından ülkemiz de nasibini almışsa da, bizdeki fiyat artışları üzerinde spekülatif stok hareketlerinin ve TMO yönetimindeki zaaflar sonucunda yurt içi piyasada oluşan arz-talep dengesizliğine dayalı fiyat spekülasyonlarının etkileri de önemli bir rol oynamıştır.
Bilindiği gibi kuraklık 2007 yılına damgasını vurdu ve bitkisel üretimde 2006 yılına göre % 9.3, tahıllarda % 14.4, tarla ürünlerinde % 12.7 sebze üretiminde %2.7 meyve üretiminde % 3.9, süt veriminde ise % 20 düzeyinde düşüşler yaşandı. 2007 - 2008 üretim yılında ise, ülke genelinde normale yakın yağış ve sıcaklıklar görülmekte ise de özellikle Güneydoğu Anadolu Bölgemizde normalden % 70 daha az yağış düşmüş ve bu nedenle buğdayda 2.5 milyon ton, arpada ise 1 milyon tona yakın üretim düşüşü öngörülmektedir. Aynı şekilde normalde 580 bin ton olan kırmızı mercimek üretimimizin 271 bin ton azalması ve iç piyasada fiyat artışı ve spekülatif hareketlere neden olabileceği söylenebilir. TMO‘nin derhal baklagil piyasasını düzenlenme ile görevlendirilmesi spekülasyonların önüne geçilmesi ve üretici ve tüketici fiyatlarının güvence altına alınması açısından oldukça önem kazanmaktadır.
Evet bugün 14 Mayıs Dünya Çiftçiler Günü. Bugün Meclisimizde, evimizde, işyerimizde, arkadaşlarımızla birlikte "EFENDİMİZ" çiftçilerimiz, tarımımız hakkında konuşalım.
ONURLU, EFENDİMİZ, KÖYLÜMÜZ, ÇİFTÇİLERİMİZİ düşünelim bugün.
Bugün düşünelim ama yarın düşüncede kalmasın, ülkemizin geleceği, refahı topyekün kalkınmamız için EYLEME DÖNÜŞTÜRELİM DÜŞÜNCELERİMİZİ...
Ne olur hiç olmazsa bugün konuşalım şu çiftçilerimizi,
Yarın kimbilir belki konuşacak çiftçi bulamayacağız.
Saygılarımızla,
Prof. Dr. Kamil Okyay SINDIR
Başkan