İSTANBUL ÇEVRE DÜZENİ PLANIYLA İLGİLİ GÖRÜŞ VE İTİRAZLARIMIZI İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ'NE İLETTİK
İstanbul Metropoliten Planlama ve Kentsel Tasarım Merkezi tarafından hazırlanan 1/100.000 ölçekli İstanbul Çevre Düzeni Planı ile ilgili görüş ve itirazlarımızı 27.09.2006 tarih ve 630 sayılı yazımızla İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı'na ilettik.
TMMOB ZİRAAT MÜHENDİSLERİ ODASI İSTANBUL
ŞUBESİ’NİN İSTANBUL ÇEVRE DÜZENİ PLANI İLE İLGİLİ
GÖRÜŞ VE İTİRAZLARI
Tarımsal üretimin ana materyallerinden en önemlisidir, toprak. Zira o olmadan insanlığa yetecek düzeyde bir tarımsal üretimden bahsedilemez. Bir cm’sinin oluşabilmesi için iklim, topoğrafya ve ana materyale bağlı olarak 100’lerce yıl ile 1000’lerce yıl arasında bir zamana ihtiyaç vardır. Oysa kaybedilmesi çok daha kolaydır. Toprağın en büyük dostu da düşmanı da insandır.
Topraktan sonra tarımdaki en önemli girdilerden biri ise sudur. Tüm canlılar için yaşamın ana kaynağıdır. Tarımda verimlilik üzerine doğrudan ve büyük etkisi vardır. Onun da en büyük dostu ve düşmanı yine insandır.
Sürekli artan dünya nüfusu ve açlık, gelişmeye paralel olarak toprak ve su kaynaklarının kirlenmesi, bilinçsizce tarım arazilerinin amaç dışı kullanımının yaygınlaşması toprak ve suyu 21. yüzyılın en stratejik doğal kaynakları haline getirmiştir.
Günümüzde dünyamızın ve dolayısıyla insanlığın karşı karşıya bulunduğu en önemli sorunların başında küresel ısınma gelmektedir. Geçtiğimiz yüzyılda dünyamız ortalama 0,6 OC ısınmıştır. Bilim insanlarınca içinde bulunduğumuz yüzyılda sıcaklığının 1,4-5,8 OC arasında artacağı tahmin edilmektedir.
Ülkemiz küresel ısınmanın etkilerinin en fazla hissedileceği Akdeniz kuşağında yer almaktadır. Karşı karşıya kalacağı en önemli bazı etkiler ise su kaynaklarının zayıflaması ve kuraklık nedeniyle tarımsal üretimde yaşanacak düşüş olarak belirtilebilir. Bu etkiye maruz kalan Türkiye’nin bugünkü düzeylerde verim alabilmesi için sulama miktarını %40 oranında artırması gerekmektedir. Oysa, daha henüz bu etkilere maruz kalmamış Türkiye, Cumhuriyet tarihi boyunca sulanabilir arazilerinin ancak yarısını sulamaya açabilmiştir.
Çok kısa bir şekilde özetlenen bu özellikler göz önüne alındığında Türkiye’nin toprak ve su gibi doğal kaynaklarını çok daha titizlikle koruması gerektiği sonucu ortaya çıkmaktadır.
İstanbul Metropoliten Planlama ve Kentsel Tasarım Merkezi tarafından hazırlanmış olan 1/100.000 ölçekli İstanbul Çevre Düzeni Planı’nın Yönetici Özeti bölümünün önsözünde Prof. Hüseyin Kaptan, “İstanbul Metropolü, özellikle son 50 yıl içinde hızlı bir büyüme sürecine girmiş ve büyük oranda plansız ve denetimsiz yapılaşmalarla sağlıksız bir gelişme göstermiştir. Netice itibarıyla; İstanbul’un ormanları, nitelikli tarım toprakları ve yeraltı kaynakları amaç dışı kullanılmış, su havzaları tehlikeli biçimde işgal ve tahrip edilmiş, jeolojik açıdan sakıncalı alanlara yerleşilmiştir.” tespitlerinde bulunmuştur. Sorunların net bir şekilde ortaya konması, yapılan çevre düzeni planında bunların giderilmiş olacağı ümidini vermekteyken, söz konusu rapor ve haritalar incelendiğinde ne yazık ki bu sefer de bu tahribatın bilimsel bir şekilde devam ettirildiği görülmektedir.
Anayasa’nın 44. maddesi Devlet’e “toprağın verimli olarak işletilmesini korumak ve geliştirmek” görevini, 45.maddesi de “tarım arazileri ile çayır ve meraların amaç dışı kullanılmasını ve tahribini önlemek” görevini yüklemiştir.
Toprağın doğal ve yapay yollarla kaybını ve niteliklerini yitirmesini engelleyerek korunmasını, geliştirilmesini ve çevre öncelikli sürdürülebilir kalkınma ilkesine uygun olarak, planlı arazi kullanımını sağlayacak usul ve esasları belirlemek amacıyla 2005 yılında Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu yürürlüğe girmiştir. Bu kanun, arazi kullanımı gerektiren her türlü girişim ve yatırım sürecinde toprakların korunmasını, doğal ve yapay olaylar sonucu meydana gelen toprak kayıplarının önlenmesini; bunun da arazi kullanım planları, tarımsal amaçlı arazi kullanım plan ve projeleri ile toprak koruma projelerinin uygulamaya konulması ile sağlanabileceğini belirtmektedir.
Arazi kullanım planlarında; yerel, bölgesel ve ülkesel ölçekte tarım arazileri, mera arazileri, orman arazileri, özel kanunlarla belirlenen alanlar, yerleşim alanları, sosyal ve ekonomik amaçlı altyapı tesisleri ile diğer arazi kullanım şekillerine yer verilmektedir. Bu planların Tarım ve Köyişleri Bakanlığı tarafından hazırlanacağı veya hazırlattırılacağı; tarım arazilerinin bu kanunda belirtilen istisnalar hariç olmak üzere, arazi kullanım planlarında belirtilen amaçları dışında kullanılamayacağının önemle üzerinde durulmuştur.
Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu’na göre tarım arazileri; mutlak tarım arazileri, özel ürün arazileri, dikili tarım arazileri ve marjinal tarım arazileri olarak sınıflandırılmakta; mutlak tarım arazileri, özel ürün arazileri, dikili tarım arazileri ile sulu tarım arazilerinin tarımsal üretim amacı dışında kullanılamayacağı belirtilmektedir.
5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu Büyükşehir Belediyelerine “Sürdürülebilir kalkınma ilkesine uygun olarak çevrenin, tarım alanlarının ve su havzalarının korunmasını sağlamak;…” görevini vermiştir.
Bu bilgiler ışığında İstanbul İl Çevre Düzeni Planı’na baktığımızda, Anadolu Yakası’nda Şile-Ağva Beldesi’nin güneydoğusundaki üniversite alanı ile teknoloji geliştirme parkının tarımsal üretimde kullanılması gereken dikili tarım arazileri üzerinde olduğu görülmektedir. Söz konusu araziler üzerinde fındıklıklar bulunmakta olup, fındık, 8 milyar dolarlık tarım ürünleri ihracatımızın 2 milyar dolarlık kısmını oluşturan ekonomik değeri yüksek bir tarım ürünümüzdür. Bu alanın devamında, Kocaeli sınırları içerisinde kalan sahalar “tarımsal karakteri korunacak alan” olarak gözükmektedir. Ayrıca teknoloji geliştirme parkının büyük bölümünün, Doğal Yapı Araştırma Raporları içerisinde Tarımsal Kaynaklar Bölümünde 667. sayfada yer alan Tarım Toprağının Kullanımı Analizi haritasında mera arazisi üzerinde kaldığı görülmektedir. Bu bölgede planlanan üniversite alanı ve teknoloji geliştirme parkı iptal edilmelidir.
Silivri ve Selimpaşa civarında gelişme konut alanları olarak planlanan sahalar içerisinde mera arazileri bulunduğu görülmektedir. Bu sahalar şehirleştiği takdirde, şehir içinde kalan bu mera arazilerinden amacı doğrultusunda yararlanılamayacağı açıktır. Planda bu alanların “yeşil alanlar ve rekreasyon alanları” olarak planlandıkları görülmektedir. Oysa 4342 sayılı Mera Kanunu’nda, tahsis amacının değiştirilmedikçe meraların Mera Kanunu’nda gösterilenden başka şekilde yararlanamayacağı, ayrıca durum ve sınıfı çok iyi veya iyi olan meraların da tahsis amacı değişikliğinin yapılamayacağı belirtilmektedir.
Avrupa Yakası’nda, Büyükçekmece gölünden itibaren batıya Marmara Denizi boyunca uzanan yerleşim alanlarından kuzeye doğru kurgulanan gelişme konut alanlarının hemen tamamı tarımsal üretimde kullanılması gereken mutlak kuru tarım arazileri üzerinde yer almıştır. İstanbul ilinde yoğun tarım yapılan Silivri ve Çatalca’nın tarım arazileri üzerinde kurgulanan gelişme konut alanlarının iptal edilmesi gerekmektedir.
İstanbul ili’nin en batı sınırında, E-5 karayolunun güneyinde yer alan ve oldukça büyük bir alan kaplayan “lojistik bölge” ile bu alanın hemen kuzey sınırında yer alan “çalışma alanı” tamamıyla tarımsal üretimde kullanılması gereken mutlak kuru tarım arazileri üzerinde yer almaktadır, iptal edilmelidir.
Yine İstanbul’un batı sınırında Değirmenköy sulama göletinin kuzeyinde ve kuzeydoğusunda yer alan her iki “üniversite alanı” da tarımsal üretimde kullanılması gereken mutlak kuru tarım arazileri üzerinde yer almaktadır. Ayrıca yine bu alanda yer alan sağlık alanları da üniversite alanları gibi çevrelerinde cazibe alanları yaratmak yoluyla yeni yerleşim yerlerinin ortaya çıkmasını teşvik etmek suretiyle Değirmenköy sulama göletinin su toplama havzasının elden çıkmasına yol açacaktır; iptal edilmelidir.
Silivri-Çeltik ve Yolçatı köyleri arasında düşünülen “üniversite alanı” da yine mutlak kuru tarım alanları üzerinde bulunmaktadır, bu saha da tarım dışı amaçlı kullanıma açılmamalıdır.
Büyük Kılıçlı köyünün kuzeyinde, ormanlık alana sınır bölgede düşünülen “teknoloji geliştirme parkı”nın büyük bölümü mutlak kuru tarım arazileri üzerinde bulunmaktadır. Buradaki teknoloji geliştirme parkı marjinal kuru tarım arazileri üzerinde yer alacak şekilde küçültülmelidir.
Küçükçekmece gölünün kuzeyinde, Sazlıdere barajının güneyinde düşünülen gelişme konut alanları Doğal Hayatı Koruma Derneği, İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Herbaryumu ve Fauna & Flora International işbirliğiyle hazırlanmış olan “İstanbul’un 10 Önemli Doğal Alanı çalışmasında kritik öncelikli alanlar arasında yer almaktadır. Çalışmada bu alanlar “Pendik sarıotu, Halkalı emzikotu, Boğaziçi keteni, Yarımburgaz hardalı ve Trakya minesi’nin dünyadaki en büyük topluluklarını barındıran olağanüstü öneme sahip alanlar” olarak tanımlanmaktadır. Biyoçeşitlilik gerek tıp gerekse tarım alanındaki gelişmeler açısından büyük öneme sahiptir. Bu yönüyle bu alanda düşünülen gelişme konut alanı yerinin tekrar değerlendirilmesi gerekir.
Nüfusu kontrolsüzce ve çok hızlı artan İstanbul’a Istrancalar’dan ve Düzce’de bulunan Melen çayından binlerce hektar ormanlık alanı tahrip ederek su getirmeye çalışıldığı göz önüne alınırsa, Küçükçekmece gölü su toplama havzasında gelişme konut alanı kurgulamak yerine bu havzayı tekrar geri kazanma yönünde projeler üretilmesi daha doğru olacaktır. Zira Düzce, İstanbul metropolünün hemen önünde yer alması ve gelecekte yoğun göçle karşılaşacağı hesaplarıyla Melen suyunun İstanbul’a aktarılması projesini askıya almıştır. Elindeki büyük su kaynaklarına ve havzalarına sahip çıkmayan bir kente kimse doğal olarak su kaynaklarının aktarılmasını istemez. Küresel ısınmanın yaratacağı tahribat da hesaba katılacak olursa, Küçükçekmece havzasının tekrar geri kazanılması bir zorunluluktur.
Anadolu Yakasında 3, Avrupa Yakasında 4 adet olmak üzere İstanbul ilinde toplam 7 noktada Ekolojik Tarım ve Turizm Alanı (ETTA) kurgulanmış olduğu görülmektedir. Ekolojik tarım ile konvansiyonel tarım alanlarının bir arada bulunması söz konusu olamayacağından ekolojik tarım alanlarının net çizgilerle plan üzerinde gösterilmesi gerekmektedir. Ekolojik tarımla bağlantılandırılarak ortaya konan turizm alanlarının da plan üzerinde detayları ile gösterilmesi gerekir. özellikle Avrupa Yakası üzerinde yer alan ekolojik tarım ve turizm alanları su havzaları içerisinde, Anadolu Yakası’nda bulunanlar ise tarım arazileri üzerinde yer almaktadır. Bu alanlarda zamanla turizmdeki gelişmeyle bağlantılı olarak tarım dışı amaçlı kullanımlar yaygınlaşabileceğinden su havzaları ve tarım arazileri risk altında kalacaktır.
Her ne kadar İstanbul’un 1/100.000 ölçekli Çevre Düzeni Planı yapılmış olsa da Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın yetkisindeki arazi kullanım planları ile Valiliklerin yetkisindeki tarımsal amaçlı arazi kullanım plan veya projeleri henüz yapılmamış ve yaptırılmamıştır. Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu’nda tarım arazilerinin arazi kullanım planlarında belirtilen amaçları dışında kullanılamayacağı belirtildiğinden öncelikle İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı ile Tarım ve Köyişleri Bakanlığı bu konuda bir uzlaşmaya varması gerekmektedir.
Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu 13. maddesinde mutlak tarım arazileri, özel ürün arazileri, dikili tarım arazileri ile sulu tarım arazilerinin tarımsal üretim amacı dışında kullanılamayacağını, ancak alternatif alan bulunamaması ve Toprak Koruma Kurulu’nun uygun görmesi şartıyla Bakanlıklarca kamu yararı kararı alınmış plan ve yatırımlar için bu arazilerin amaç dışı kullanım taleplerine, toprak koruma projelerine uyulması kaydıyla Tarım ve Köyişleri Bakanlığı tarafından izin verilebileceği belirtilmektedir.
Hukuk literatüründe üstün kamu yararı, kamu sağlığı ve milli güvenlik gibi toplumsal menfaatler ile çevre ve doğal kaynakların sağladığı yaşamsal faydaların bir bütünü olup, her türlü ekonomik gaye ve kazançtan daha öncelikli olan en üst toplumsal yararı ifade etmektedir. Bu bağlamda Bursa 2. İdare Mahkemesi 2005-1080 Esas Nolu bir davada verdiği kararda toprakların kutsallığını, bunu korumanın bir ulusun onuru olduğunu, kaybedilenin toprak olmayıp temelde ulusal servet olduğunu, bölgede yapılacak planlarda bu hususların göz önüne alınarak üstün kamu yararının gözetilmesi gerektiğini vurguladıktan sonra, Anayasa hükümleri uyarınca toprağın verimli olarak işletilmesini korumak ve geliştirmek görevlerinin Devlet’in olduğuna dikkat çekmiştir.
Anayasa’nın 166. maddesi; ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmayı, özellikle sanayinin ve tarımın yurt düzeyinde dengeli ve uyumlu biçimde hızla gelişmesini, ülke kaynaklarının döküm ve değerlendirilmesini yaparak verimli şekilde kullanılmasını planlamak, bu amaçla gerekli teşkilatı kurmak görevini Devlet’e vermiştir.
Dünyada olduğu gibi ülkemizde de insanlar daha iyi yaşam koşullarına kavuşmak adına kentlere göç etmekte, ancak eski hayatlarından daha kötü koşullarda yaşamak zorunda kalmaktadırlar. İnsanlar taşıdıkları ümidin, hayallerinin ve göçlerinin kurbanı olmakta, sağlıksız kentlerin ortaya çıkmasına neden olmaktadırlar.
Devletin icra organı hükümetlerimizin özellikle 1980’den itibaren uyguladıkları neoliberal politikalar sonrasında Türkiye kırsalı boşalmaya başlamış, İstanbul gibi kentlere göç dalgaları gelmiştir. Dünya Bankası yayımladığı bir raporunda 1980-2000 yılları arasında Türkiye’nin en hızlı kentleşen 3. ülke olduğunu belirtmiştir. Gelinen boyuta bakıldığında “en hızlı kentleşen” tabiri yerine “çarpık kentleşen, sağlıksız kentleşen” tabirlerinin kullanılması daha uygun olacaktır. Bunun sonucunda Samandıra’ya bağlı bir köy olan Sultanbeyli, sağlıksız bir ilçe olmuş, mülga Köy Hizmetleri teşkilatının sulama sahaları üzerine oturmuş ve sulama göleti de bir süs havuzu gibi ilçenin tam ortasında kalmıştır.
Yapılan araştırmalar yoğun ve çarpık kentlerin çevrelerindeki havanın ısınmasına yol açtığını göstermiştir. Taş, beton ve asfalt, doğal yüzeyler, çim, su ya da ağaçlara göre daha fazla güneş enerjisini emmekte, daha azını yansıtmakta ve gece dışarı bırakmaktadırlar. Yüksek binalar ise bu sıcaklığı dağıtabilecek rüzgarları engellemektedirler. Tüm motorlu araçlar, havalandırmalar ve elektrikle çalışan gereçler de sıcaklık yaymaktadırlar. Sonuç olarak kentler, çevrelerindeki kırsal alanlardan gün boyunca 1 OC, gece ise 6 OC’ye kadar daha sıcak olabilmektedirler. Kentler yoğunlaştıkça yukarıda bahsedilen etkileri de kötüleşmektedir. En basit önlem olarak sokaklara dikilen ağaçlar dahi bu sıcaklığın düşmesine etkide bulunurken Beyoğlu’nun İstiklal Caddesi parke taşları ile döşenirken buradaki tüm ağaçlar ne yazık ki sökülmüştür. İstanbul’da kişi başına düşen yeşil alan 2 m2 civarında, bu konudaki Avrupa Birliği standardı 10 m2 iken yine ne yazık ki Çevre Düzeni Planı’nda 2 m2’nin büyütülmesi konusunda bir çaba harcanmadığı görülmüştür. Yeşil alan insan ruh sağlığına ve enerji tüketimine olumlu etkide açıktır. Araştırmalar, geniş yeşil alanlara sahip semtlerin elektrik enerjisi kullanımının diğer semtlere göre daha düşük olduğunu göstermektedir. Tüm bunlar sağlıklı bir kent planı için ekoloji-insan ilişkisinin ön plana çıkması gerektiğini göstermektedir.
Anayasa’nın 166. maddesindeki şartlar sağlanmadıkça, İstanbul aynı şekilde göç almaya devam ettiği sürece hiçbir doğal kaynağın korunması sağlanamayacaktır. Ülkemizde kırsal alan çok hızlı bir şekilde boşalmaktadır. Oluşan göçün büyük bölümünü İstanbul emmektedir. Sanayi sektöründe çalışan her bir nüfusun peşinde on kişiyi de getirdiği düşünülecek olursa, İstanbul’un gerek içindeki, gerekse çevresindeki sanayi yatırımlarının seyreltilmesi gerektiği açıktır.
İstanbul ili için en önemli sorunlardan biri de atık meselesidir. Tuzla-Orhanlı Beldesinde ortaya çıkan zehirli variller bunun en üzücü örneği olmuştur. Türkiye’de ortaya çıkan tehlikeli atık miktarı 5 milyon ton olup bunun 780 bin tonluk kısmı İstanbul iline aittir. Bu atıkları bertaraf edecek tek tesis Kocaeli’nde kurulu bulunan İZAYDAŞ olup yıllık kapasitesi sadece 35 bin tondur. Yani İZAYDAŞ sadece İstanbul’da bir yılda ortaya çıkan tehlikeli atıkları bertaraf etmek için çalışsa 20 yıllık bir süreye ihtiyacı vardır. Bu atıkların İZAYDAŞ’ta bertarafı da çözüm değildir. Zira bu atıkların bertarafı sırasında ortaya çıkan, çok düşük konsantrasyonlarında dahi kansere yol açabilen dioksin, özellikle hayvansal gıdalar ve su yoluyla bizlere ulaşmaktadır. 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu aynı zamanda Büyükşehir Belediyelerine “… Büyükşehir katı atık yönetim planını yapmak, yaptırmak; katı atıkların kaynakta toplanması ve aktarma istasyonuna kadar taşınması hariç katı atıkların ve hafriyatın yeniden değerlendirilmesi, depolanması ve bertaraf edilmesine ilişkin hizmetleri yerine getirmek, bu amaçla tesisler kurmak, kurdurmak, işletmek veya işlettirmek;…” görevini yüklemiştir. Sağlıklı çevre, sağlıklı gıda, sağlıklı insan zinciri açısından son derece önemli olan bu konu plan kapsamında değerlendirilmemiştir.
Özetle, bu plan hiçbir aşamasında su ve toprak gibi doğal kaynakların korunması amacı taşımamaktadır.