LİDERDİK, ÜRETİMSİZLİĞE GERİLEDİK - CUMHURİYET
Dr. Turhan TUNCER TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı
Cumhuriyetin kurucu kadroları, ülke nüfusunun % 80`ine yakın kısmını kırsal nüfusun oluşturduğu, sanayileşmenin nerede ise hiç olmadığı bir ortamda, kırsal nüfusu yerinde tutacak ve üretim süreçlerine dâhil edecek politikaların gerekliliğinin ve aynı zamanda böyle bir politikanın en önemli unsuru olan, sürekli olarak ihmal edilmiş köylülerin de öneminin farkındadır. Mustafa Kemal`in 1 Mart 1922 tarihinde TBMM I. Dönem 3. Yasama Yılı açılış konuşmasındaki "Doğrusu yedi yüzyıldan beri dünyanın çeşitli yörelerine gönderilerek kanlarını akıttığımız, kemiklerini topraklarında bıraktığımız ve yedi yüzyıldan beri emeklerini ellerinden alıp gereksiz yere harcadığımız ve buna karşılık daima onurunu kırdığımız ve hor gördüğümüz ve bunca özveri ve iyiliklerine karşılık nankörlük, küstahlık ve zorbalıkla uşak durumuna indirmek istediğimiz bu ülkenin gerçek sahibi huzurunda bugün büyük utanç ve saygı ile gerçek durumumuzu alalım" ifadesi, bu önemi çok açık şekilde göstermektedir. Aynı konuşmasında yer alan "Türkiye‘nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üreticisi olan köylüdür. O halde herkesten çok bolluk, mutluluk ve varlığa hak kazanan ve buna layık olan köylüdür. Bundan dolayı, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin ekonomik politikası bu önemli amacının sağlanmasına yöneliktir" ifadesinde yer alan "gerçek üretici olan köylü" vurgusu, sayısal bir kitleyi değil üretimin bir parçası olacak bir toplumun hedeflendiğini göstermesi açısından oldukça anlamlıdır.
Mustafa Kemal`in aynı konuşmanın devamında dile getirdiği "Milletimiz çiftçidir. Milletin çiftçilikteki çalışmasını çağın ekonomik tedbirleri ile en yüksek düzeye çıkarmalıyız. Köylünün işlerinin sonucu ve çalışmasının semeresini kendi yararına en yüksek düzeye çıkarmak ekonomik politikamızın ana prensibidir. Bundan dolayı bir yandan çiftçinin çalışmasını artıracak ve verimli kılacak bilgi, araç ve fenni aletlerin tamamlanması ve sağlanmasına ve diğer yandan onun bu çalışmasının sonucundan en fazla yararlanmasını sağlayacak ekonomik tedbirlerin alınması için çalışmak gereklidir" ifadesi ile de yeni devletin bu alanda yapacaklarının ipuçları verilmektedir.
24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Anlaşması hükümleri gereğince genç Türkiye Cumhuriyeti, 85 milyon altın lira tutarındaki Osmanlı borçlarından toprak esasına göre Türkiye‘ye devredilen 2/3‘ünü ödeyecek, bununla birlikte beş yıl süre ile gümrüklerindeki düşük koruma oranlarını da değiştiremeyecektir. Dönemin siyasi ve ekonomik açıdan çetin koşulları altında, bağımsızlığını koruyup Cumhuriyet‘i geliştirebilmek, ekonomik alanda sağlanabilecek atılımlar ile olanaklı idi. İşte bu ortamda tarım, kalkınmayı sağlayacak sektör olarak seçilmiş ve tarımsal üretimi artırmaya odaklı politikalar izlenmiştir. Bu seçimde, ülkenin sanayi kapasitesinin son derecede yetersiz olması, kaynak eksikliği ve tarım sektörünün gelenekselliği etken olmuştur.
Bu anlayış ve yaklaşımın bir sonucu olarak, bütçe gelirlerinin yüzde 22`sini oluşturan aşar vergisi, içinde bulunulan güç şartlara karşın, büyük bir fedakârlıkla kaldırılmıştır. 1923 – 1929 yılları arasında tarımda yıllık % 10`un üzerinde büyüme ivmesi yakalanmış; zor günler tarım sektörünün yarattığı katkı ile aşılmıştır.
Modern tarıma yöneliş
Aile başına bir karasabanın bile düşmediği, % 22`sinde iş hayvanı bulunmayan köylü nüfusunu; toprak sahibi, tarımsal üretim tekniklerini bilen ve başarıyla uygulayan, ürettiğine sahip çıkan, Cumhuriyet`in aydınlanma projesinin aktif ortağı yapmak için harekete geçilmiştir. Toprak reformu, bunun ilk adımıdır. İkinci adım, 1935 yılında Tarım Kredi ve Tarım Satış Kooperatiflerinin kurulması, üçüncü adım ise 1937 yılında Zirai Kombinaların, 1938 yılında Devlet Ziraat İşletmesi`nin kurulmasıdır. Bu kurumlar ile amaç köylünün modern tarımı öğrenmesidir. Son adım ise halkevleri ve köy enstitüleridir. 17 Nisan 1940 tarihli Köy Enstitüleri Yasası ile 1940 – 48 yılları arasında 21 Köy Enstitüsü açılmış, buralarda müzik – tarım – marangozluk – balıkçılık – ayakkabı tamirciliği gibi yaşamın tüm alanlarında yetkin, aydınlanma neferleri yetiştirilmiştir.
Ancak bu çabaların hemen tümü, çeşitli biçimlerde sonuçsuz kalmış veya uygun sonuçlar üretememiştir. Mevcut siyasi ve sosyo-ekonomik yapı içinde toprak reformu başarılamamış, zirai kombina-ziraat işletmesi-devlet üretme çiftliği-tarım işletmeleri tarım teknolojisinin tarlaya yansıtılmasına yönelik temel amaçta yetersiz kalmış, sayıca büyüklüğüne karşın tarımsal kooperatifler gerçek işlevlerini sergileyememiş ve nihayet köy enstitüleri de kapatılmıştır.
1950 – 1953 döneminde traktör dışalımına koşut olarak, tarım hızlı bir gelişme sürecine girmiş; sektör yıllık % 10`un üzerinde bir büyüme ivmesi yakalamıştır. Ancak toprak reformunun yapılamadığı bir ortamda, altyapısı son derecede yetersiz olan tarım sektörünün tıkanması uzun sürmemiştir.
1980`li yıllar ise, 1970`li yıllarda görülen tıkanmanın bir sonucu olarak, tarım sektörünün gerilediği, iç ticaret hadlerinin tarım aleyhine geliştiği bir dönem olmuştur. Tarımı küçük görme, önemsememe anlayışı hâkim olmuş, kimi çevreler bilgisizlikten ya da ihanetten, tarımın gereğinden fazla desteklendiğini savunarak desteklerin azaltılması tezini öne sürmüşler, 1984`den itibaren tüm hükümetler de bu yönde politikalar uygulamışlardır. Tarım alanında yapılan özelleştirmeler ve "reorganize" edilen tarımsal kamu yönetiminin etkin olamaması da, Türkiye kırsalındaki yoksulluğu derinleştirmiş ve kırın çözülerek, kent varoşlarına akmasına yol açmıştır.
Cumhuriyet öncesine döndük
Cumhuriyetin ilk yıllarında yokluk koşullarında elde edilen başarılara karşılık, tarımda 80`li yıllardan beri sürdürülen politika ne yazık ki bir karşı devrimdir ve Türk Milletinin yararına olmamıştır!
Bugün altyapısı yetersiz – bozuk olan Türkiye tarımı, girdi ve çıktıdan, üretim ve pazarlamaya kadar sorunlu bir yapı sergilemekte ve önemli ölçüde gizli işsizlik barındırmaktadır. Köylüyü ve çiftçiyi yoksullaştıran politikalar bilinçli olarak uygulanmış, kent varoşlarına göç eden halk makarna – bulgur yardımı almaya muhtaç hale getirilmiştir.
Son 10 yıllık dönemde Türkiye tarımsal üretim ve dış ticaretinde Cumhuriyet öncesi döneme dönmüştür. Cumhuriyet`ten önce çayı Hindistan`dan, şekeri Rusya`dan, buğday ve unu Romanya ve Rusya`dan alan Türkiye bugün de milyonlarca ton buğday ve yağı ithal etmektedir. Ülkemize yılda 50 bin ton kaçak çay, 500 bin ton kaçak şeker girmektedir. Ayrıca Osmanlı`nın en önemli ihraç ürünü olan pamukta, 90`larda dünya lideri olduğumuz bakliyatta ve dünyaca ünlü olduğumuz tütün konusunda Türkiye artık ithalatçı bir ülke olmuştur.
Cumhuriyeti kuranlar ülke çıkarlarını her şeyin üzerinde tutan yurtsever bir anlayışla tarıma sahip çıkmışlar ve tarım sektörü ile kalkınmayı sağlamışlardır. Tarım sektörünün sorunlarının çözülmesi ve Türkiye`nin tarımda yeniden kendi kendine yeterliği yakalamasını istiyorsak, 89 yıl sonra aynı yurtseverlikle harekete geçmeli, arazilerimizi suyla buluşturmalı, ithalatı teşvik etmek yerine, akılcı bir politikayla ülkemizin tarım potansiyelini değerlendirmeli ve üretimi desteklemeliyiz.
Ekonomik zorluklara karşın büyük fedakârlıklarla üretmeye çalışan köylü ve çiftçi "Efendimizdir." Cumhuriyetin 89. yılında efendilerimize artık hak ettikleri değer verilmelidir!