SU, DOĞAL VARLIK VE İNSAN HAKKIDIR; RANT ARACI DEĞİL..
Bilindiği üzere, 16-20 Mart 2009 tarihlerinde İstanbul'da planlanan 5. Dünya Su Forumu, çalışmalarına bugün başlamıştır. Bu çerçevede, ODA'mızın genelde su, özelde Dünya Su Forumu'na ilişkin görüşü ektedir.
Bir doğal varlık ve insan hakkı olan su, insanoğlunun temel gereksinimlerini karşılamakla birlikte aynı zamanda tarım, enerji üretimi, endüstri, ulaşım ve turizmin yanı sıra gelişmenin de kaynağıdır. Su, tarım ve endüstri için bir üretim girdisidir. Su aynı zamanda bir enerji kaynağıdır. Bu nedenle su, gelişmeyi belirleyen stratejik bir özellik taşımaktadır.
Bu özellikleri, suyu, dünyada bir kıt kaynak niteliğine dönüştürmekte ve suyun ticarileşmesinden doğan / doğacak olan rant, sermayenin iştahını kabartmaktadır.
Güney Afrika‘da 2002 yılında gerçekleştirilen Dünya Çevre Konferansı‘nda, 21. yüzyılda uluslararası ilişkilerin su, tarım ve enerji çerçevesinde belirleneceği ifade edilmiştir.
Böylesine önemli ve herkesin hak sahibi olduğu bir doğal varlık olan suyun, alınıp satılan ekonomik bir mal haline gelmesinde dünyada birçok kurum aktif rol oynamış, böylece çokuluslu su şirketlere "çalışma zemini" yaratılmıştır. Birleşmiş Milletler‘in 1977‘de Mar del Plata kentinde düzenlediği su konferansında, içme suyuna erişimin bir insan hakkı olduğu sonucunda birleşilmiştir. Ancak yukarıda belirtilen "farkındalık", kısa süre içinde BM söylemi ile şirketlerin söyleminin ortaklaşmasına neden olmuştur.
Bu çerçevede, BM‘in 1992‘de Dublin‘de düzenlediği Su ve Çevre Konferansı‘nda, bir önceki yaklaşımın tam tersi olarak, "suyun ekonomik bir mal" olduğu kararı benimsenmiştir. Bu karar ile su piyasa koşullarına açılacak ve kamu hizmeti anlayışı dışına çıkarılabilecekti. Yine aynı yıl BM‘in Rio de Janerio‘da düzenlediği Çevre ve Kalkınma Konferansı‘nda da suyun "ekonomik bir mal" olarak çevreye duyarlı bir şekilde yönetilmesine ilişkin yaklaşımlar benimsenmiş, "sürdürülebilirlik" deyiminin içi boşaltılmış, su bir üretim faktörü olan mal konumuna indirgenmiştir. Artık tek kaygı, kar aracı olan bu malı, üretimi aksatacak bir tükenme - kirlenme çizgisine düşürmeden kullanmaktır.
Bu alanın diğer bir aktörü ise Dünya Bankası‘dır. Su ve kanalizasyon sektöründe izlenen özelleştirme politikalarının geliştirilmesi ve çokuluslu şirketlerin bu alana girişlerinin sağlanması, DB‘nın çevre ülkelere sağladığı kentsel altyapı kredileri aracılığıyla olmuştur. 1990 öncesinde DB, su hizmetlerinin ticarileştirilmesi için gerekli yapısal düzenlemeleri kredi anlaşmalarının ön koşulu olarak dayatmıştır.
Su hizmetlerinin ticarileştirilmesi konusunu GATS kapsamında savunan bir yapı da Avrupa Birliği‘dir. AB‘nin bu tutumundaki amaç küresel ölçekte faaliyet gösteren Avrupa kökenli dev şirketler (Suez, Veolia, RWE vb) için yeni pazarlar açmaktır.
Tüm bu altyapı oluşturulduktan sonra küresel su politikalarının tek bir elden şekillendirilmesi amacıyla 1996 yılında Dünya Su Konseyi (DSK) kurulmuştur. Merkezi Marsilya‘da olan bu Konsey 1997 yılından bu yana her 3 yılda bir Dünya Su Forumu (DSF) düzenlemektedir.
İlki 1997 yılında Marakeş‘te düzenlenen DSF‘nda "dünya su vizyonu" ihtiyacı ortaya konulmuş ve sonuç bildirgesi ile de Konsey‘e bu vizyonu geliştirme görevi verilmiştir. Lahey‘de 2000 yılında yapılan 2. Forum‘un sonuç bildirgesinde su kaynaklarını paylaşmak, suyu fiyatlandırmak, suyu iyi yönetişim ile yönetmek gibi konular öne çıkarılmıştır. 2003 yılında Kyoto ve 2006 yılında ise Mexico‘da yapılan 3. ve 4. Forum‘larda yönetişim yaklaşımı ve suyun ekonomik bir mala dönüştürülmesi kararların özünü oluşturmuştur. Mexico Forumu, Latin Amerika ve Meksika‘daki su özelleştirmelerinin yarattığı toplumsal muhalefetin etkisi altına girmiş ve yaklaşık 100 bin kişi Forum‘u protesto etmiştir.
DSF‘nun 5. si 16-22 Mart 2009 tarihleri arasında İstanbul‘da yapılacaktır. Bununla ilgili olarak 24 Ocak 2008 tarihinde TBMM‘de 5732 sayılı 5. DSF Organizasyonu İçin Çerçeve Anlaşma ile 5. DSF Anlaşma Mektubunun Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Yasa kabul edilmiştir. Bu yasanın genel gerekçesinde DSK; "Kar maksadı gütmeyen, hükümetler ve siyaset dışı ayrımcılık gözetmeyen, bir sivil toplum kuruluşu" olarak, DSF ise "Ülkelerin sahip oldukları bilgi ve deneyimlerin paylaşılmasının bir aracı" olarak tanımlanmıştır.
DSK Başkanı Loic Fauchon ise İstanbul‘da 2009 yılında yapılacak DSF‘nun asıl amacının su kaynaklarının özelleştirilmesi amacını taşıdığını açıkça ifade etmektedir. Fauchon, "insanların su faturalarına cep telefonları faturası kadar ya da otomobillerinde harcadıkları benzinin %5‘i kadar ödeme yapmayı göze aldıkları takdirde hiçbir sıkıntı kalmayacağını" belirtmektedir.
Açıkça görülmektedir ki, onlar için su bir metadır, o‘na ancak parasını ödeyen müşteriler ulaşabilir. Yoksul yurttaş - emekçi ise, ancak yeni sömürü aracı olabilme kapasitesi varsa sermayenin gündemine girebilir...
Türkiye‘nin 1980‘li yıllarla birlikte neo-liberal politikalara eklemlenme süreci kendini tarım sektöründe de belirgin bir şekilde hissettirmiştir. Sulama alanındaki bu etkiler DB‘nın kredileri vasıtasıyla sulama tesislerinin kullanıcılarına devri şeklinde kendini göstermiştir. Drenaj ve Tarla İçi Geliştirme Projesi kapsamında 1986‘da DB‘dan, 1986-1992 sürecini kapsayan 255 milyon dolarlık kredi alınmıştır. 1992‘de bitmesi gereken projenin uzaması üzerine DB yetkilileri tesislerin işletiminin su kullanıcı birliklerine devri ve diğer gelecekteki uygulamalara yönelik tedbirlerin alınması projenin devamı için bir esneklik sağlamıştır.
DSİ kurulduğu 1953‘ten 1993‘e kadar inşa ettiği tesislerden yalnızca işletme birimlerinden uzakta olan veya işletme tesisi kurulması güç olan ve ekonomik olmayan küçük çaplı gölet ve sulama tesislerinin işletmesini devretmeye başlamış olup, 1993‘ten itibaren ise herhangi bir kıstas ve ilke konmadan, yeterli çalışma ve araştırma yapılmadan, bütün tesislerin devri amaçlanmaya başlanmıştır ve gerekçe olarak da DB tavsiyesi ile özelleştirme uygulamaları gösterilmiştir.
Günümüze değin sulamaya açılabilmiş 5,2 milyon ha alanın yaklaşık 2,9 milyon ha‘lık kısmı DSİ, 1,3 milyon ha‘lık kısmı mülga Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü (KHGM), 1 milyon hektarlık kısmı ise halk sulamalarından oluşmaktadır. Kırsal alana yatırım götürmekle görevli KHGM, 15 Mart 2005‘te "çalışmayan-hantal" gibi gerçekle ilgisi olmayan suçlamalarla kapatılmıştır. KHGM‘nün sulamaya açtığı alanlar, genellikle kooperatiflere devredilmiştir.
DSİ ise devirlerini ağırlıklı olarak sulama birliklerine yapmaktadır. Alan bazında sulanan alanların %90‘ı sulama birliklerine devredilmiş durumdadır. DSİ sulama alanlarının %4,5‘ini kooperatiflere, %3,4‘ünü belediyelere, %1,9‘unu köy tüzel kişiliklerine, %0,1‘ini de diğer yapılara devretmiştir. DSİ‘nin sulamaya açtığı alanların kullanıcılarına devir oranı %96‘ya ulaşmıştır.
Ülkemizin yenilenebilir yerüstü ve yeraltı su potansiyeli ise yılda toplam 112 milyar m3 civarındadır. Günümüzde bu suyun 43 milyar m3‘ü kullanılabilmekle birlikte bunun 31 milyar m3‘ü tarımda, 4,9 milyar m3‘ü sanayide ve 7,1 milyar m3‘ü de içme ve kullanma suyu olarak kullanılmaktadır.
Suyun çok miktarda kullanıldığı yüzey sulama yöntemlerinin kullanılma oranı dünyada %95, Türkiye‘de %92‘dir. Buna karşılık, suyun etkin kullanılmasını sağlayan yağmurlama sulama yöntemi %7, damla sulama yöntemi ise %1 oranında kullanılmaktadır.
Yüzey sulama yöntemlerinde sulama randımanı (kanallardaki kayıplar ve buharlaşma dahil verilen sudan bitkinin yararlanma oranı) % 40 - 45 civarındadır. Yani, bitkinin ihtiyacı olan 1000 m3 suyu verebilmek için 2500 m3 suya ihtiyaç duyulmaktadır. Yüzey sulama yöntemi, arazide erozyona neden olmakta, fazla su kullanımının yanında verimli toprak katının kaybedilmesine ve derine sızan sularla birlikte bitki besin maddelerinin kök bölgesinden aşağıya yıkanmasına yol açarak toprağı verimsizleştirmektedir.
Fiili olarak sulanan 5,2 milyon ha‘lık arazimizde yağmurlama ya da damla sulama yöntemlerinin kullanılması durumunda yaklaşık 10 milyar m3 su tasarrufu sağlanacaktır ki bu da şu anda kentlerimizde ve sanayimizde kullanılan su miktarına yakındır. Akdeniz kuşağında yarı kurak bir bölgede bulunan ülkemizde öncelikle yapılması gereken kullanılan sulama yöntemlerinin yeniden tesis edilmesidir. Oysa ülkemizi yöneten zihniyetin su yönetimi anlayışı kaynakların özelleştirilmesi, su fiyatlarının yükseltilmesi gibi yanlış bir anlayıştır.
Tarımda kullanılan suyun özelleştirilerek, çiftçinin tarlasının başına kontörlü su saati takılması, zaten ürününü maliyetinin altında satmak zorunda kalan çiftçimizin tarımsal üretimi ve tarlasını terk etmesi, kentlere göç etmesi anlamına gelmektedir. Yeni göçler ise, yeni işsizler, sömürülenler, istismar edilenler anlamına gelmektedir.
Üreticinin tarımdan koparılması, Türkiye‘nin net 2.5 milyar dolar açığı olan tarım dış ticaretinde tabloyu daha da ağırlaştıracaktır. 2007 yılında hem dünyada hem de ülkemizde yaşanan gıda krizi, bazen efektif talebe rağmen arzın mümkün olamadığını, başka bir deyişle ödemeye hazır olsanız bile ithal edecek tarım ürünü bulamayabileceğinizi göstermiştir.
FAO‘ya göre bir kişinin bir günlük gıdasının üretiminden işlenerek masaya gelmesine kadar 2-5 ton su harcanmaktadır. Çiftçinin suya ulaşamaması, tüketicinin gıdaya ulaşamaması anlamına gelmektedir.Dünya Su Konseyi‘nin bu sorununa çözümü, yangına körükle gitmekle eşanlamlıdır: su hizmetlerinin ticarileştirilmesi, kaynakların özelleştirilmesi...İstanbul‘da yapılacak Dünya Su Forumu‘nun da tek amacı budur.
Bu bağlamda, demokratik kitle örgütlerinin önümüzdeki süreçte en temel görevi, Dünya Su Forumu‘nun halk ve kamu yararına aykırı içeriğini deşifre etmek ve suyun ticarileşmesine engel olmaktır.
Kentsel ve kırsal alanda yaşayan tüm yurttaşlarımızın, içme ve kullanma gereksinimlerini karşılayan, yüzyıllardır doğada çağlayarak akan su önce bir doğal kaynak, sonra bir insan hakkıdır. Suyu piyasaya açan her adım ise, açık bir insan hakkı ihlalidir...