ŞUBE BAŞKANIMIZIN GAZETE YAZILARI(2)

DENİZLİ
14.10.2007
 

Şube Başkanımız İbrahim GÜR‘ün Denizli yerel basınında yer alan haftalık yazılarının bazıları aşağıdadır.

               İNSANCA YAŞAM İÇİN DÜNYAYI TERSİNE ÇEVİRMEK

 

         Bilindiği gibi 5 Haziran tüm dünyada ‘‘Çevre Günü‘‘ olarak kutlanmakta, çevre sorunsalı değişik kesimlerce değişik yaklaşımlarla ele alınarak değerlendirilmektedir.

         Bugün, tüm dünyada yoğun olarak yaşanan çevre (Ekolojik) sorunlarının kökünü, teknolojinin insan ve doğa yararına kullanılmamasına dayalı, rant ekonomisi ve tüketim çılgınlığına dayanan, daha fazla kar olgusuyla, hızlı ve çarpık sanayileşme amacıyla kaynakların bir üretim unsuru olarak görülmesine bağlamak gerekir.

         Günümüzde insan ve doğanın, ekonomiye bağlı kılınması sonucu olarak bu anlayışa göre biçimlenen dünyada, insanın doğaya ve kendisine yabancılaşmasını da beraberinde getirmiştir.

         Çevre sorunsalını, var olan üretim-tüketim ilişkilerinde, sistemin kendi işleyişi sonucu olarak görmek gerekir. Bu gün dünya nüfusunun 100 kişi kabul edersek, üretilen gıda ise 110 kişiyi besleyecek düzeydedir. Bu olgu bile, çevre ile ilgili sorunların özünün, daha fazla kar elde etmek için, insanların açlığına ve ölümüne, doğanın acımasızca sömürülmesine aldırış etmeyen evrensel soygun sisteminde, kapitalist- emperyalist üretim-tüketim ilişkilerinde aramak gerekir.

         Sağlıklı bir çevrede yaşama hakkını insanın en doğal hakkı gören, önce insan, önce insanca yaşam hakkı ve yaşanabilir bir çevre için sorunun ana kaynağı olan mevcut kapitalist-emperyalist sistemin uygulamalarına karşı çıkılmak zorundadır. Doğa ile uyumlu insanca bir yaşam ancak doğal kaynakların, bilimin ve dolayısıyla teknolojinin toplum yararına kullanılması ile mümkündür.

         Çevre ve insan sağlığını giderek daha fazla tehdit eden iklim değişiklikleri, ozon tabakasının incelmesi, buzulların erimesi, biyolojik çeşitliliğin azalması (tüm bitki ve hayvanlarda), ormanların tahrip edilmesi, içilebilir nitelikteki suyun azalması, tarım alanlarının talan edilerek sanayi alanlarına dönüştürülmesi v.b.gibi küresel sorunların gelişmiş ülkelerin bitmek tükenmek bitmeyen daha fazla kar olgusuna dayalı faaliyetleri sonucu ortaya çıkmaktadır.

         Tüm bunlara rağmen gelişmiş ülkeler, geliştirdikleri politikalarla, kendileri için çevre sorununu, az gelişmiş ülkelere kaydırmaktadır. Özellikle en çok çevreyi kirleten tekstil, demir-çelik, toprak ve kağıt sanayi üretimi gibi faaliyetleri az gelişmiş ülkelere yaptırmaktadırlar ve son üründe dış alımını yapmaktadırlar. Ayrıca bu ülkeler,  zehirli-tehlikeli atıkları kendi ülkeleri dışına taşımaktadırlar.

         Dünyada tıp alanında, gıda ve tarım teknolojisindeki büyük gelişmelere ve yukarıda sözü edildiği gibi dünyadaki gıda ürünleri fazlasına rağmen, yetersiz beslenme ve tedavi edilebilir sıradan hastalıklarda bile her yıl 13 milyon bebek henüz bir yaşına gelmeden ölüyor.

         Bu günlere nasıl gelindiğini doğru anlamak için, gelişmiş ülke politikalarını ve çok uluslu dev şirketlerin faaliyetlerini, ayrıca bunların az gelişmiş ülkelerdeki işbirlikçilerinin ilişkilerinin doğru değerlendirilmesinin sorunun açıklığa kavuşması açısından  zorunlu olduğuna inanıyorum.

         Bu saptamalardan sonra ülkemizde duruma bir göz atarsak;

•-         Türkiye, toprak politikasını sürdürecek bir kurumsal yapı ve anlayıştan yoksundur. Tarım Alanlarının Amaç Dışı Kullanılmasının Önlenmesine Dair Yönetmelik hükümleri uygulanamamaktadır. İlimizde bile son 10-15 yıldır yaklaşık I.ve II.sınıf tarım alanları sanayiye açılmıştır.

•-         Sanayi tesislerinin denetiminin yeterli yapıldığı söylenemez. Tüm nehirlerimizin kirlilik boyutları ortada..

•-         Yerleşim yeri olarak kullanılan 1.5 milyon hektar alanın 1/3ü, ilk dört sınıfta yer alan nitelikli tarım arazileri üzerine kurulu durumdadır.

         Tüm var olan bu gerçeklere karşı 2B Yasası ile orman alanlarımız işgale ve tahribe açık hale getirilirken, Meclisten geçen 5178 sayılı Yasa 1.1.2003 tarihinden önce yapılan mera işgallerine af getirdi. Düşünülen Maden Yasası  ile, işletmelerin daha fazla kar amacına yönelik olarak zeytinliklerimizin ve tarım alanlarımızın tahribini de beraberinde getirecek niteliktedir. Keza Kıyı Yasasında yapılmaya çalışılan düzenlemeler ile kıyılarımız  özel sektöre açılıyor ama halka kapatılıyor.

         Unutmayalım ki, Türkiye, her alanda kendine yeterliliği sağlamak ve sürdürmek zorundadır. Bu açıdan da doğaya ve insana saygılı, mevcut siyasi ve ekonomik bağımlılık ilişkilerini kırarak, doğa ve çevre değerlerini miras kabul ederek, yaşanabilir bir gelecek için ivedilikle doğru çözümler üretmek ve uygulamaya koymak zorundadır. Bu gelecekte ki çocuklarımız ve torunlarımız için ertelenemez sorumluluğumuzdur.

         Tüm insanlara, kendisi ve doğa ile barışık , insanca yaşanabilir bir çevrede güzel gelecekler diliyorum.

 

 

                                                                                               

 

 

 

KÜRESELLEŞME  TÜRK  TARIMINI YOK EDİYOR!

                                        GELECEKTE GIDA YETERSİZLİĞİ KAPIMIZDA...

                                                                         

              Bugün  Türk Çiftçisi, uzun yıllardır uygulana gelen politikalar sonucunda artık üretemez duruma gelmiştir.  Kapısına haciz gelmiş, tarlasını, traktörünü, hayvanlarını satıp borç ve faizini ödemeye çalışmaktadır. Geleceğe dair de tüm üretim gücünü, umut ve beklentilerini yitirmiştir.

               IMF ve Dünya Bankası kaynaklı dayatmalı politikalar sonucunda, kaçınılmaz olarak üreticilerimiz   daha da fakirleşecek, önümüzdeki yıllarda üretmekten     vazgeçeceklerdir. Tüm  tarımsal üretimimizde uluslar arası  tekeller  egemen  ve belirleyici olacak, sonuçta yurdumuzda  yaratılacak katma değerin büyük bir kısmı söz konusu tekeller aracılığı ile  dışarıya transfer edilecek, uluslar arası tekeller adına üretim yapılacak ve ayrıca oluşacak üretim açıklarımız gelişmiş ülkelerin üretim fazlalıklarından karşılanarak, Türkiye artık kendi kendini besleyemez duruma düşecek, tarımımızın da her alanda  dışarıya bağımlılığı  kaçınılmaz olacaktır.

                Yakın gelecek için bu  öngörüler, eğer bu politikaların uygulanmasında ısrar ediliyorsa,  ülkemiz için hayal değildir. Keza dışarıdan dayatılan bu  politikaların  hedefleri ile  çiftçilerimizin  çıkar ve  beklentileri aynı değildir. Eğer gerekli inisiyatif ve önlemler konulup geliştirilmezse, ülkemiz çok yakın tarihte, istemese de, tarımda dışa bağımlılığı kaçınılmaz olacaktır. Bundan sonra istese de tarımını destekleyemeyecek, istese de ulusal tarım politikaları izleyemeyecektir.

                 Bu açıdan ülkemiz tarımında doğru politika, tarımdan desteği çekmemek, dayatılan politikaların gönüllü uygulayıcısı olmamaktır. Tam tersine Türkiye için hedef ,  kendisi için giderek azalan zaman diliminde, tarımının mevcut sorunlarını çözmeye yönelik olarak, tarımında bir destekleme seferberliğine girişmek olmalıdır. Artık tarım politikalarında bugüne kadar yapılanların aksine dayatılan bu politikaları uygulamak değil, ülkemiz için çıkışı yakalayacak ekonomik ve sosyal politikaları devreye sokmaktan geçmektedir.

                  Ülkemiz, Cumhuriyetimizin kuruluşundaki, Kuvva-i  Milli‘ye ruhu ve kararlığı ile mutlaka üretmeyi, ulusal ilerleme ve toplumsal refahı hedefleyen politika ve anlayışları devreye sokmak zorundadır. Bugüne kadar yapıla gelen  hataların ve sorumsuzlukların sonuçlarını yeni yanlışlarla gidermek mümkün değildir.Ama günümüzdeki siyasi iktidar adeta geçmiş iktidarları aratırcasına,tam bir iş birlikçi anlayışı ile   

Dayatılan bu politikaların gönüllü uygulayıcısı olarak maalesef hareket etmekte.Sorun da üreticilerimizin ve dolayısıyla tüketicilerimizin,kendi çıkarlarına aykırı olan bu politikalara destek vermesi.Burada kimseyi suçlamak istemiyorum ama perşembenin geleceği çarşambadan belli.Her şey üreticilerimizin ve dolayısıyla tüm insanlarımızın  refah ve mutluluk içinde yaşayabilecekleri karara bağlı.Tabii ki öncelikle bunun bilincinde olmaları ve istemeleri kaçınılmaz zorunluluktur. Artık tüm insanlarımızın,beyinlerine bağlanan kör düğümü söküp atmak zorundalar.Aksi halde kervanın böyle gitmesinde yararı alanlara (kervanın önünde kim veya ne yer alıyor?),hizmet etmekten başka geriye ne kalıyor?

            Türkiye , siyasi beklentilere göre değil, değişen yurtiçi ve yurtdışı koşulları göz önüne alarak, yapısal  sorunların  da   çözümüne yönelik , seçici, yönlendirici, yaptırımcı, dinamik ve ülkemiz koşulların göz önüne alarak yeni destekleme politikalarını devreye sokmalıdır. Tarımın desteklenmesini bırakmak bir yana  aksine tarımımızın kurumlaşarak, tarımsal sanayinin gelişip uluslar arası rekabet olanaklarına sahip olana kadar desteklenmesi yaşamsal bir zorunluluktur.

                 Halihazırda  izlenen politikalar sonucunda,  kırsal kesimden kente göç  ülkemizin yakın gelecekte en  önemli sorunlarından biri olacaktır. Oluşacak kentsel işsizliğin neden olacağı toplumsal sorunları ve ekonomik  boyutunu  şimdiden  iyi  bilinip ona göre ulusal tarım politikalarının devreye sokulması  kaçınılmaz bir zorunluluktur.Ama bu arada uzun yıllardır insanımıza ve ülkemize tek çözüm yolu olarak politikaların ve bunların uygulamalarının bırakın çözüm olmasının,ülkemizi her açıdan dışa bağımlılaştıran dışarıya kaynak transferi eden,halkımızı yoksullaştıran ve de yenilenip  aynı anlayışlarla ,kimler tarafından söylendiği önemli olmayan anlayışların iyi sorgulanması ve uygulayıcılardan gelinen bugünkü noktanın hesabının istenmesine de bağlıdır.En azından ben böyle düşünüyorum.Peki siz ne düşünüyorsunuz?Çözüm her şeyi özgürce sorgulamakta...Gelecek ancak bilinçli,örgütlü ve özgür insanların gösterecekleri tepkiye ve verecekleri mücadeleye bağlı.

 

 

  

                                                                                                           

  

  

                             KÜRESELLEŞME VE ULUS DEVLET

           

          Artık bilindiği gibi,ulus devletin kapitalist emperyalist sistemin kesin zafere ulaştığı düşüncesinden hareketle,sona ermekte olduğu "tarihin sonu"nun geldiği tezleri günümüzde söylenir hale gelmiştir.Bunu dayanağı da her türlü gücü ve bilgiyi elinde tutan çok uluslu şirketlerin olduğu,geleceğin de bunlar aracılığıyla belirlendiğidir.

            Ulus devlet kavramı 19.yüzyılda Avrupa‘da ortaya çıkmış yeni bir ekonomik gelişmenin bir üstyapı kurumu olarak yerini almıştır.

            Ulus devletler,egemenlerin çıkarlarını korurken ve buna göre yapılarını kurarak varlığını sürdürürken gerici olurken,ezen uluslara karşı bağımsızlık mücadelesi verirlerken(ekonomik ve kültürel anlamda)de ilerici işlevi yürütebilmektedirler.

            Ama bugün,çok uluslu şirketlerin başını çektiği ve dünya finans sisteminin yenilendiği dünya ekonomisinde,ulus devletlere yüklenen işlevler değişmeye başlamıştır.Artık ulusal devletler,mevcut dünya sisteminin işleyişinin önünde engel görülmektedir.Ulusal ekonominin,evrensel soygun sistemine entegre edilmesi bağımlı yapılar haline getirilmesi gündemin ana konusunu oluşturmakta.Gelinen bugünkü noktada,ulusal devletlerin kendi ekonomik,sosyal,kültürel alanlarda(ulusal politika izlemeler,ekonomik büyüme,planlama,istihdam,sosyal adalet ve maliyet politikaları,ticaret vb.)belirleyicilikleri zayıflatılmış,güçleri ve etkileri azaltılmıştır.

            Fakat tüm bunlara rağmen,ulus devletlerin tamamen ortadan kalktığı söylenemez.Üstelik gelişmiş ülkelerde ulus devlet giderek daha da büyümektedir.

            Bugün,küreselleşme uygulamalarının önünde en büyük engeli ulus devletler oluşturmaktadır.Bu açıdan bakıldığında küresel finans sermaye tarafından ortada kaldırılmaya ya da yeniden çıkar ve beklentilere uygun olarak yapılandırmaya çalışmaktadırlar.

            Tüm bunlara rağmen,ulusal devletlerin baskıcı yapılarını,antidemokratik vb. uygulamalarını savunmak mümkün değildir.Seçimle gelen iktidarlar da tamamen egemen uygulamaların güdümünde işlev görmekteler.Küreselleşmeye ayak uydurmaya çalışan ulusal ülke ekonomileri de iflas noktasına gelmişlerdir.Ulusal pazarlar tamamen finans sermayeye açılmakta,ellerindeki tüm kaynaklar yağmalanmakta,mevcut çözülmeyi hızlandırıcı din,etnik yapı ve alt kültürler çerçevesinde marjinal odaklar ortaya çıkarılmakta.

            Bir ulusal devletin işlevi ne olmalıdır?

            Ulusal devlet,kendisine yurttaşlık bağı ile bağlı,bireyleri arasında ırk,din,dil,sınıf farklılıklarını  ortadan kaldıran,tüm yurttaşlarını ekonomik ve sosyal gelişmelerinin hedefleyen bağımsız karar alıp uygulayabilen devlettir.

            Demokratik,laik,sosyal hukuk devletin mücadelesi ayrı ama bugünkü yapısıyla dahi olsa küresel sermayenin önündeki en büyük engel olan ulus devleti ortadan kaldırma(küresel sermayenin istemi ile örtüşmesi adına)ya yönelik hareketleri desteklemek farklı şeylerdir.

                                   

 

 

 

                           ÖNCE    İPOTEĞİ    KIRMAK   GEREKLİ....!!

 

 

         Ülkemizin bugün içine düşürüldüğü çıkmazdan kurtuluş yolunun, sadece Batının dayattığı bazı kurumların ve onun ürettiği düşünce kalıplarını alarak ve uygulamaya geçirilmesi ile çözümleneceğini sananlardan hiç değilim.

         Bakmayın siz büyük medyanın bunu tek çıkış yolu gibi göstermesine; beyinlerimizi bombardımana tutarak dumura uğratmasına , bilincimizi saptırmasına  aldırmayın... Onlar,sadece kendilerine verilen görevi, sahiplerinin isteği doğrultusunda, en iyi şekilde yapmaya çalışıyorlar. Bunu yaparlarken de insanlarımızı tek yanlı koşullandırmaya, bilinçlerimizi  körletmeye , bizleri kimliksizleştirmeye-kişiliksizleştirmeye , tek doğru olanın kendilerinin ki olduğunu yaymaya da ayrı bir özen gösteriyorlar. Nerede halkın ortak sesi  ve özgür olması gereken basın?  Bence yok böyle bir şey. Onların yıllardır çözüm diye sunduklarının  bugün Ülkemizi getirdiği  nokta belli. Sonuçlarını hep birlikte yaşıyoruz.

         Ülkemizi bu hale , insana ve emeğe saygılı, toplumsal sorumluluk duyan ne memurlar, ne karnını doyurmaya çalışan,emeğinin gerçek hakkını alamayan, gittikçe ezilen ve sömürülen işçiler  , ne emeğini satacak yer bulamayan işsizler, ne de ürettiğinin çoğunu aracı tefeciye kaptıran köylüler getirdi. Zira onlar bugüne kadar ülke yönetimi ve kendileri için  karar , uygulama ve denetleme süreçlerine hiç katılmadılar ki... Katmadılar ki doğrusu.

Onların sorumlulukları, sadece bu kervanın böyle gitmesinde sesiz kalmaları, yeterince tepki vermemeleri olabilir.

         Esas sorumlular, sistemden beslenen, kıt demokrasi anlayışlarını ve baskıcı uygulamaları devreye sokarak, ülkemizi tek yanlı olarak uluslar arası sermayenin ve gelişmiş ülkelerin çıkarları doğrultusunda, ihanet demesek bile, büyük bir aymazlıkla, onların işbirlikçisi olarak taşeronluğunu, acenteliğini yapmaya çalışanlar ve onların uzantıları olan siyasi iktidar odaklarıdır. Zira hep onlar ülke ve halk için karar verdiler, aldıkları kararları uyguladılar. Varılan sonuç belli. Gerçi, demokrasi gereği de yaptıklarını ve yapacaklarını halka oylatarak onaylattılar. Halk,  kurtuluşu sadece beğenmediği siyasi iktidarı, bir sonraki seçimde değiştirmekle buldu ama yine çark böyle dönmeye, halk ve ülke hep kaybetmeye devam etti.

         Bu gün gelinen nokta belli. Üretim , yatırım ve istihdam süreçlerinden kopartılmış, iç ve dış borcu toplamı 300 milyar doları bulmuş, borcun faizini kapılarını aşındırdığı uluslar arası sermayenin emrindeki  IMF, DB, DTÖ, Uluslar arası finans kuruluşları ve çıkarını her koşulda sürdürmeye çalışan AB‘den almaya çalıştığı borçlarla ödemeye çalışan ve ülkenin kaynaklarını bunların çıkarına sunan, Cumhuriyetin  yoktan var ettiği tesislerimizi satarak borç ödemeye çalışan bir Türkiye manzarası.

          Türkiye‘yi yönettiğini sananlar Ahmet te olsa  Mehmet te olsa fark etmiyor. Bu kervan böyle gittikçe, kaybedecekler de belli, kazanacaklar da... Ödedikçe artan borç karşısında kazanan Batı ve onun emrindekiler., kaybedenler ise Türkiye ve Türk insanı olacağı kesin.

         Halkımıza yıllarca tek çözümmüş gibi sunulan politika ve uygulamaların iflas ettiği apaçık ortada. Üstelik söz konusu politikaları uygulayanlar ülkemizi kalkınma süreçlerinden kopartanlar, gün geldi ki  halkımıza gerçek kurtarıcılar, vizyon sahibi olarak ta sunuldukları unutulmamalıdır.

 

 

 

 

 

         Bugüne kadar halkımıza ulusal diye sürülen politikaların aslında dış kaynaklı, dışarıdan dayatılan, gelişmiş ülkelerin çıkarlarına hizmet eder oldukları artık görülmeli.

         Yaşanan ve gelinen süreçte, devlet örgütlenmesinde ademi merkeziyetçilik, kamu kurum ve kuruluşlarında özerklik, kurullar yönetimi, bürokrasi+şirket+sermaye tabanlı sivil toplum örgütleri ortaklığı ile yönetim yani yönetişim, istihdamda esneklik ve  sözleşmelilik ilkesi doğrultusunda, küresel sermayenin ve uzantılarının  çıkarlarına uygun yapı, kurul ve kurumlar oluşturarak, yeniden yapılandırılırken, devlet giderek sosyal devlet olmaktan uzaklaşmakta, devleti küçültüyoruz söylemi  adı altında, aslında dışarıya ülke kaynaklarını aktaran anlamda büyümektedir.

         Artık borç veren dış odaklar, üretimin planlanmasından tutun, kamu yönetiminin örgütlenmesine uzanan tüm ulusal karar alma ve uygulama süreçlerine müdahale etmektedir.

         Maalesef bugün IMF, DB, DTÖ, OECD ve AB‘liği odaklarından dayatılan uygulamalar sonucunda ulusal bağımsızlık ve egemenliğimiz üzerinde elle tutulur bir ipoteğe dönüşmüştür. Acıdır ki, bu ipoteğin sonuçları günümüzde çok yönlü olarak ortaya çıkmaktadır.

         Bugün, yukarıda sözü edilen örgüt ve devletler borç alarak parayı veriyor, talimatı da  arkasından bastırıyor. İşte ‘‘şu şu yasaları şu kadar sürede ( özel kurullar, şeker ve tütün yasaları, tüm özelleştirmeler v.b.) çıkaracaksın ondan sonra da yine benim istediğim yapılanman için gerekli krediyi alacaksın‘‘ diyor. Doğaldır ki borç tuzağına düşürülmüş bir ülke, her zaman borç alarak ekonomisini  sürdürmeye devam ettikçe,  borç verenlerden emir almaları da kaçınılmaz olarak olacaktır.

         Bütçemiz artık sosyal, ekonomik altyapıyı iyileştirmeye ve büyütmeyi hedefleyen değil, uluslar arası finans çevrelerine kaynak transferinin düzenlemesinin bir aracı haline dönüşmekte olduğu iyi gözlemlenmeli.

         Dışarıdan açılan kredilerin sayısı arttıkça, kredilerin geri ödenebilirliğinin garantisini almak için, kredi verenler yeni taleplerle karşımıza gelmektedir.  Maalesef  borçlandıkça dışarıya bağımlılığımız daha da artmakta, ulusal anlamda karar alma ve uygulama gittikçe zorlaşmakta.

         Türkiye‘nin artık her yönüyle kesin kararını vermek zorunda. Yukarıda sözü edilen ve kökü dışarıda olan anlayış ve uygulamalardan vazgeçerek, ulusal çıkarları koruma ve geliştirme adına, kendi ulusal kaynaklarını kullanarak, her yönüyle üretme ve kalkınmayı hedefleyen politikaları ulusal politikaları uygulamaya sokarak çıkışı yakalayacak  yada bu dayatmaların gönüllü uygulayıcısı olarak gelecekte yaşanacak  yıkıntıların acısını tatmak zorunda kalacak.

         Türkiye‘nin sosyo-ekonomik kalkınması için atılması gereken ilk adım, Ülkemizi dışarıya tek yanlı bağımlı hale getiren ve adeta ipoteğe dönüşen mevcut yapının ve ilişkilerin  kırılmasıdır.

         Zira ekonomik bağımsızlığın olmadığı yerde ne demokrasi, ne de insan hakları, ne özgürlük, ne ulusal karar alma ve uygulama, ne planlama, ne denetleme, ne de emekçi  haklarından söz edilemez.

         Doğrusu, bizim gibi borç tuzağına düşürülmüş ülkelerde siyasi iktidarların hala her konuda karar alma gücünün hala ellerinde olduğu görüntüsünü vermeye çalışmaları bir başka oluyor. Evet bazen varolan ilişkileri göstermemek adına halkın gündemine değişik söylemlerle değişik konularla çıkabiliyorlar ve halkı buna inandırabiliyorlar.

         Öncelikle halkımızın bilincini örten perdenin kaldırılmasının önemi  ve  çıkışında bu noktada halkın bilinçli tepkisine bağlı olduğu  öncelikle görülmelidir.

                                                                     

            Dünyanın ezilen uluslarının dayanışma içinde olmaları ve dünyayı yaşanabilir kılmak adına olan mücadeleleri de desteklenmelidir.

 

 

 

 

                                  KENT   ve YERELDE DEMOKRASİ

                        

 

         Halkımız yerel seçimleri bir dönem öncesinden beğenmediğini,  bir dönem sonra değiştirme olanağı gibi kullana gelmiştir. Böyle olması da sanırım uzun yıllardır ülkemizde uygulana gelen demokratik katılımcılığı hedeflemeyen, rant ekonomisinin gereklerine göre oluşturulan, insanlarımızın büyük kısmını dışlayan, kıt demokrasi anlayış ve uygulamalarının sonucu halkımızın elindeki tek seçeneğinin bu olmasındandır.

         Sistemin işleyişinin özünü görmeksizin, yukarıdan, kendine sorulmadan alınan ve kendisinin tüm yaşam alanlarını belirleyen anlayış ve uygulamaları farkına varmaksızın, sorunun kaynağı Başkanmış gibi, sadece onu ilk fırsatta değiştirmekte görmüştür. İnsanlarımızın yaşadıkları sorunun ana kaynağının ne olduğunun bilincinde  olmaksızın, takındıkları tutum veya gösterdikleri tepkiler, hep sistemin tekrar tekrar- kendini yenileyerek- üretilmesine yardım etmek olmuştur.

         Görünüşte her şey demokratik gibi, keza insanlarımızda beş yılda bir seçmen olarak oy kullandığına göre neden sorunlar çözülmüyor? Sistem hep aynı şekilde  mi işliyor? Kimler kazanıyor ? Geniş halk kesimlerinin durumları neden hiç iyileşmiyor? Bu gibi soruların cevabını sanırım bilinçsiz ve eğitimsiz bıraktırılmış halkın, gelişmeler karşısında hep aynı yaklaşım içinde takındığı tutum ve davranışlarda da aramak gerekir biraz da. Ama yukarıdan da bu yapı böyle gitsin, var olan çıkar ve rant sürsün diye de bugüne kadar da bir şeyler yapılmamıştır.

         Burada kesinlikle halkımızı suçlamak değil, sorunların kaynağı onların davranışlarıdır da demek istemiyorum. Fakat bugüne kadar, toplumsal yaşamdaki değişim ve dönüşümler ancak bilinçli, özgür yurttaşlar ortak olarak verdikleri kararlar ve eylemleri sonucunda  gerçekleşmiştir.

         Doğaldır ki ekonomik alt yapı, kendine uygun üst yapıyı oluşturur. Bu işin başka bir yanı, insanın içinde yaşadığı sosyo-ekonomik ve kültürel koşullar, davranışların biçimini ve yönünü belirlemektedir.

         Bu gün için kentlerimiz, kitlesel göçlerin plansız yerleşmeleri, hiç yapılamayan sosyo-ekonomik planların adeta kurbanları olmuştur.

         Kırsal kesimden kopup gelenler, kendi yerel kültür ve davranışlarını da beraberinde kentte taşımışlar, kente karşı, onun kendisine yabancı ve ürkütücü gelen yapısından da , adeta kendini korumak içinde gizli bir duvar çekmişlerdir.

         Kentlerin varoşlarında veya kıyı mahallerinde kendi olanakları ile yaşamaya çalışan yeni kentliler, kentle hemen bütünleşmemekte, onu kendine yabancı görmekte, geçmişten gelen yapılarını sürdürmeye çalışarak, yaşadıkları mekanda var olan etnik, dini ve kültürel odakların etkisine girerek, kendini korumaya çalışmakta, daha da içine  kapanmakta, kente  ve kendine karşı yabancılaşmakta. Böylece dışlanan , kendisi adına alınan kararların  tüm süreçlerine katılması söz konusu olmayan, kendi sosyal , ekonomik ve kültürel yaşam mekanına kapatılan insan, geçmişten gelen tüm yapılarını, günün değişen koşulları içerisinde tekrar tekrar üretmekte.

         Sorunun çözümü de işte bu nokta da, sürekli kendini yenileyen bu yapının kırılmasında yatmaktadır. Bir kentli kültürünün geliştirilmesine yönelik olarak, özgür ve bilinçli yurttaş davranışının gerçekleştirilmesi amacıyla , kente  ve kendi  çıkarlarına yabancılaştırılmış bu insanlarımızın , demokratik katılımcılığı ve bu konudaki sorumluluklarının bilincine varmalarını sağlamak gereklidir. Yapılması gereken onların özgürleşmesini sağlamaktır. Özgür yurttaş olmalarıdır. Çağdaş bir kentleşme, çağdaş bir yerel yönetim anlayışı da bunu gerektirir.

         Evet yerel demokrasi işletilmelidir. Ne demek yerel demokrasi? Yereldeki tüm halkın sorunlarını kendisi çözüme kavuşturması ve bunu  gerçekleştirebilmesi için de demokratik katılımcılığının , tüm süreçler de işletilerek , halkı bu süreçleri kendi çıkar ve beklentilerine göre etkilemesine yönelik olarak etkin ve bilinçli katılımın sağlanması demektir.

         Bu, özellikle belediye başkanlığına ve belediye meclisine adaylık, öyle ki yaşamında bir kez dahi nasıl belediyecilik, nasıl bir katılımcılık ve gerçek anlamda denetimin nasıl yapılacağını dahi düşünmemiş, hatta belediye binasına bu anlamda bir adım dahi atmamış, belediyenin gerçek işlevinin ne olduğunu bilmeyen kişilerin, kendilerine iş bulma isteklerinden tutunda, siyasette yükselme isteyenlerin mekanı olan var olan anlayışların kırılması içinde bir zorunluluktur.

        Unutulmamalıdır ki bu gün için, herkes için yaşanabilir bir kent, tüm kentte yaşayanlarca kabul edilen, özümsenen, uyum içinde olduğu kent demektir. Bunun içinde, kentte yaşayan her kesim için ‘‘ortak yarar,, yaklaşımı içinde kentin yeniden biçimlendirilmesi ve yönetilmesi gerekir ki bu da insana gerçek saygının gösterilmesi demektir.

         Öncelikle, kentlerin yurttaşlığın gelişip güçlenmesine katkı yapabilen kamusal alanlara dönüşebilmesi, kent yönetiminin demokratik bir yapıya kavuşturulması demektir.

         Bir kentlilik kültürünü, toplumsal alanda birlikte yaşama davranışı ve sorumluluğu geliştirmek için kentteki tüm insanların sosyo-ekonomik ve kültürel boyutlarının doğru değerlendirmek gerekir.

         Artık bilginin ve dolayısıyla da iktidarın paylaşımı, katılımcı demokrasinin temellerini oluşturmaktadır. Yurttaşların ve dolayısıyla onların öz örgütlerinin, kent ve belediye bilgilerine sınır tanımaksızın erişememesi halinde, ne demokratik katılımdan, ne de kamu yönetiminin şeffaflığından söz edilemez.

         Bugün, katılımsız ve kapalı bir yönetim kesinlikle terk edilmelidir. Bu çağdaş yerel yönetim anlayışlarının bir gereğidir. Bu konuda günümüzde toplumsal sorumluluk duyan tüm insanlarımıza büyük sorumluluklar düşmektedir.

         Çağdaş bir yerel yönetim anlayışı özetle;

•-         her yerel yönetim alanında halkın demokratik katılımını, karar süreçlerinde söz sahibi, uygulamada denetleyici olmasını sağlayacak yerel yönetim birimlerinin oluşturulmasını,

•-         Kent hizmetlerinin , yurttaşları müşteri gören anlayışla değil, insan yaşamının bir gereği olarak gören demokratik bir planlamanın yaşama geçirilmesine,

•-         İşsizlik ve yolsuzluğun ortadan kaldırılması için gerekli programların yaşama geçirilmesini,

•-         Ortak yaşam ve sorumluluk bilincinin gerektirdiği yeni kentsel yapıların (toplu konut, toplu taşıma, yeni kamusal alanlar) geliştirilmesi,

•-         Kent çevresinin, tarihi ve kültürel değerlerin yağmalanmasına, rant eksenli ilişkilere, ve rüşvete karşı ödünsüz duran davranış ve uygulamaları,

•-         Kadınların kendilerini daha iyi ifade edebilecekleri, çocukların ve gençlerin sportif, kültürel, sanatsal yeteneklerini geliştirecekleri, yaşlıların koruma altına alındığı, engellilerin yaşamını kolaylaştırıcı her türlü sosyal ve mekansal düzenlemelerin yapıldığı yönetim anlayışıdır.

Eğer istenirse, bunun için bir çok araç, yol ve yöntemler devreye sokulabilir. Ama halkımızın da bunu istemesine ve yaşama geçirilmesi adına koyacağı tepkiye, takınacağı tutum ve davranışa bağlıdır.

 

 

 

 

                                        ULAŞIM  POLİTİKALARIMIZ ......

                 ( BUGÜNE KADAR  NASIL VE NEYE GÖRE BELİRLENDİ)

           

Türkiye‘de ulaşım politikaları tamamen yabancı sermayenin yönlendiriciliğinde  ve ülke gereksinimleri, çıkarlar gözetilerek değil,tamamen işbirlikçi bir anlayışla,uluslararası sermayeye yeni  pazarlara ulaşmasının altyapısını oluşturmaya yönelik olmuştur.

            Tarihi süreç içinde bir ekonomik yapıda belirli bir üretim biçimi,kendine özgü ulaşım biçimini de oluşturmaktadır.Buna göre oluşturulacak ulaştırma politikalarının ekonomik ve teknik açıdan bir bütünlüğe sahip olabilmesi için ülkenin gereksinimleri göz önünde bulundurulmalıdır.Aksi halde ülke gerçeklerine uygun olarak  planlanmayan, ulaşım sistemlerinin işlevsel anlamda sağlıksız ve dengesiz bir niteliğe sahip olarak bir çok sorunu beraberinde getireceği de apaçık ortadadır.

            Tanzimattan sonra dikkat edilirse ulaşım için büyük demiryolu yapımlarına girişilmiştir..Aslında demiryolu ulaştırmacılığı o yıllarda ağır sanayi gelişiminin bir sonucu olup,halbuki Osmanlılarda ağır sanayinin en küçük bir belirtisi bile yoktu.Öyleyse niçin demiryolu ulaşım sisteminin öne çıktığının arkasında farklı nedenler aramak gerekmez mi?

            19.yy Avrupa‘nın sanayi ve teknolojide hamle yaptığı yıllardır.Bunun sonucu da Avrupa‘nın yeni pazarlar elde  etme,hem de ülke dışından ham maddeleri kendilerine transfer etme gereksinimini de beraberinde getirmiştir.İşte Osmanlılarda demiryolu ulaşımını geliştirme çabaları ile Avrupa‘nın gereksinimleri arasındaki ilişkiyi bu süreçlerde aramak gerekir.Osmanlıların demiryolunu tercih etmeleri esas olarak Batının gereksinimlerinin karşılamak içindir.Hatta demiryolu güzergahlarının seçimi bile bunu doğrular niteliktedir.Bu süreçte yapılan kara ve demiryolları,zengin tarım alanları ve hammadde kaynaklarının bulunduğu alanlardır.Ayrıca bu yıllarda Bağdat‘a kadar uzana Bağdat Hattı da Güney Anadolu‘nun hammadde kaynaklarını Almanlara açarken,aynı zamanda Doğudaki daha uzak pazarlara ulaşma olanağı sunmuştur.

            Açıkça anlaşılmalı, bu yıllarda yaratılan ulaşım ağı,ülke ekonomisinin ve çıkarlarının bir gereği olarak değil.tam tersine Batının yönlendiriciliğinde,onların gereksinimleri ve çıkarları temel alınarak oluşturulmuştur.Oluşturulan yarı sömürge ulaşım sistemidir bu.

            Cumhuriyet tarihinde 1925yılından 1949 yılına dek toplam 3.587.000km demiryolu hattı döşendiği belirtilmekte olup bunların çoğu da o yıllardaki iç güvenlik ve askeri kaygılarla Doğu Bölgelerinde yapılmıştır.1955 yılı verilerine göre demiryollarının yük taşımacılığındaki payı %61.7dir.

            1950lerden sonra Batı ile  girişilen ilişkilerin yoğunluğu artmış.bu ilişkilerin önemli etkisi de izlenen ulaşım politikalarında görülmeye başlamıştır.Özellikle Batının otomotiv sektöründeki dev gelişmeleri Türkiye‘nin ulaşım politikalarını derinden belirlemeye başlamıştır.

            Bu yıllarda hızla gelişen ABD‘nin  sanayi mallarına yeni pazarlar bulma arayışlarından Türkiye de nasibini almıştır.ABD ile 1947 yılında imzalanan Marshall Planı kapsamındaki  ‘‘Yardım Anlaşması"nı bu kapsamda değerlendirmek gerekir.Bu anlaşma ABD‘nin Türkiye için temel hedeflerini içermektedir ki bu anlaşmanın en önemli maddeleri:

            -Tarımsal ürünlerde uzmanlaşma

            -Tüketim mallarına dayalı endüstrileşme

            -Karayollarına dayalı ulaşım sisteminin geliştirilmesi

            İşte bu üç hedef Türkiye‘nin sosyo-ekonomik yapısının belirlenmesine ilişkin rasgele seçilmiş hedefler değildir.İstenen, Türkiye‘nin karayolları ABD‘nin ürettiği motorlu araçları ile dolacak ve bu araçlar tarafından tüketilen yakıtlarda ABD‘de üretilen petrol ürünlerinin bağımlısı haline gelmesidir.ABD‘nin  gelecekte beklediği de olmuştur.ABD tarafından oluşturulan Türkiye‘nin yol politikaları,mevcut hükümetler tarafından gözü kapalı şekilde,hiçbir eleştiri getirilmeksizin,tam bir uyum içinde gerçekleştirilmiştir.

            Bu yıllardan sonra karayolları ile ulaşım Türkiye‘nin tek seçeneği haline getirilirken,özellikle Batı ülkelerinde ulaşımın tümü(kara,deniz,hava,su yolu)birbirini tamamlayıcı ve ülke gereklerine uygun olarak gerçekleştirilmiştir.

            Bugün ulaşım sistemimizin  karanlık ve ürkütücü tablosu,işte 1950lerde,uluslar arası sermayenin isteklerine göre,tam bir işbirlikçi anlayışla uygulamaya sokulan politikaların sonucudur.

            Durum böyleyken,devletin bugün bile ulaşım sistemlerine ilişkin bakış açısı ve yaklaşımları da,gerçek bilim adamlarının tüm uyarı ve görüşleri dikkate alınmaksızın,aynı şekilde devam etmektedir.

            Her şey uluslararası sermayenin  ve onların ülkemizdeki işbirlikçi uzantılarının tatlı karları adına yürütüle gelmektedir. Bugün her şey onların istediği şekilde oluşmuştur.1995yılı verilerine göre yük taşımacılığının %92.5lik payı karayolu ile yapılmakta, %7.1demiryolu, %0.2 denizyolu,%0.2 havayolu ile yapılmaktadır.

 

 

 

 

 

                                ULUS  DEVLET , ULUSAL  POLİTİKALAR

                                              (İPOTEĞİN KIRILMASI)

            Bilindiği gibi son 20-25yıldır dünyada, evrensel boyutta tüm ulusal yapıları,yerleşik inançları kökten değiştiren,her kesim tarafından farklı değerlendirilen büyük değişiklikler yaşanmaktadır.Bu değişikliklerin her ülkede az çok farklı olsa da değişik yansımaları olmuştur ve olmaya da devam etmektedir.

            Değişik isimlerle de tanımlanırsa tanımlansın bu süreç kapitalist-emperyalist sistemin ulus devletler üzerindeki etkileri noktasında da odaklaşmaktadır.Bugün,ulusal devletlerin geçmişe göre işlevleri değişmiş midir,ulusal devletlerde var olan siyasi iktidar kavramları bugünkü önemini yitirmişler midir?Ulusal politikalar izlenmesi adına  ulusal devletler dünyadaki mevcut sistem içinde  nasıl bir çıkış yakalayabilirler? Ya da ulusal devletler,toplumların çıkarlarının korunması için bugün  verilmesi gerekecek mücadele de  kazanılmış ve sahiplenilecek bir mevzi midirler?Evet ,bugün bu sorulara,farklı kesimler farklı yanıtlar vermektedirler.

            Malların,hizmetlerin ve sermayenin sınır tanımaz şekilde,dünyada tüm yapıları kendine göre biçimlendiren,küreselleşme diye de adlandırılan bu süreçte solun bazı unsurları enternasyonalizm adına,ulus devletlerin ortadan kalkması için mevcut süreçleri destekler görülmektedir.Küreselleşmenin bu anlamda olumlu etkilerinin desteklenmesi gerektiğini, gelinen bu süreçte küreselleşmenin kaçınılmaz olduğu kabul edilerek,onun aksayan bazı yönlerinin olmasına rağmen yine de birçok olumlu yönlerinin olduğunu kabul etmektedirler.

            Ama şu bir gerçek göz ardı ediliyor;uluslar arası sermayenin içine düştüğü krizi aşmak adına, yalnızca kendisinin belirlediği anlayışları hiçbir insani kaygı,demokrasi vb kaygı taşımaksızın, salt daha fazla kar elde etme adına dayattığı mevcut politikalarda dünya ezilen ulusların ve halklarının hiçbir belirleyiciliği ve söz hakları yoktur.Zira onlar bir özne değildirler bu süreçte,sadece kendisine dayatılan politikaları çaresiz  uygulayıcıları durumuna sokulmuşlardır. Egemen sistem de zaten dünya insanlarına ulus devletlerin ve ulusal politikaların uygulanma devrinin kapandığını , bu gün artık sınırların kalkması gerektiğini söylemektedir. Ama bizim gibi az gelişmiş ülkeler için ulus devletlerin küçültülmesi yada tavsiye edilmesi istenirken , gelişmiş ülkeler de ise devletin ekonomideki ağırlıkları artarak devam etmektedir.

            Bu açıdan da alternatif küreselleşme(insani olan,hak ve özgürlüklerin geliştirilmesi,baskıcı ve iş birlikçi komprador  ulus devletlerin varlığının ortadan kalkması,emeğin evrensel mücadelesinin birliktenliği vb.)çalışmalarının sürdürülmesinin  ne oranda bekleneni de vereceği, ulus devleti göz ardı ederek, nasıl doğru değerlendirilebileceğinin tartışılması gerektiğine   inanıyorum.

            Peki ulus devletler ortadan kalkıyor mu?Bence kesinlikle hayır.ABD ve AB ülkelerinde devletin ekonomideki payı sürekli artarken, bizim gibi çevre ülkelerde,açık pazar yaratılması adına sürekli küçültülmekte . Buna karşılık  dışarıya kaynak aktarmak adına büyümekte.  Bizim gibi ülkelerde devlet buna göre yeniden yapılandırılmakta , bu arada  tüm karar alma ve uygulama süreçleri  de ,küreselleşmenin(uluslararası sermayeye ve onların uzantılarına  göre) istemlerine göre belirlenmektedir.

            Ayrıca bugün bizim gibi ülkelerde ulusal hareketlerin birliktenliğini bozacak yerel,dinsel,etnik vb gibi birçok oluşumlar güçlendirilmeye çalışılarak,küçük  fakat emperyalizme bağımlı yapılar da oluşturulmaya çalışılmaktadır..

            İşte bu noktadan hareketle,kapitalist-emperyalist sistemin dinamiklerinin yarattığı sonuçları görmeksizin, küreselleşmeyi bu açıdan desteklemek,ülkeler her ne kadar bağımlı ve dış borç tuzaklarına düşürülmüş olsalar da,ülke ve toplum adına ulusal önceliklerin ve politikaların uygulamaya sokularak,aynı zamanda ülke insanlarının desteğini de arkasına almış,ulusal dinamiklerin yaratılmasını  adına , ulusal devlet  ve ulusal politikaları  yadsımak        boş bir hayaldir

            Uluslararası sermaye ve onların ülkelerdeki uzantıları da,onların sözcüleri de zaten hep ulusal devletlerin küçültülmesi,tam bir açık pazar haline getirilmesini(tabi ki bunu böyle söylemiyorlar) istemeleri ile  bugünkü solun bazı unsurlarının  yaklaşımları  ile örtüşmüyor mu?

            Sorunun çözümü,ulus devletlerin ulusal politikalar izleyerek, kendi kaynaklarını peşkeş çekmeden,kendi potansiyelini harekete geçirecek siyasi anlayışların,demokrasiyi geliştirmek,bağımsızlığı sağlamak adına  ülke yönetimine egemen kılınmasının sağlanmasında yatmaktadır.Tek yanlı sömürü politikalarından kurtulması da buna bağlıdır sanırım. Ulusal devletlerin gelinen bugünkü noktada mevcut uygulamalarına karşı çıkmak farklı, ama onun evrensel soygun  sistemi ile arasında olan ana çelişkiye karşı çıkmak farklı olmalıdır.

           Bugün bizim gibi ülkelerde devlet, demokratikleştirilmeli., toplumsal  çıkarların korunması ve geliştirilmesi adına ulus devlet kavramına sahip çıkılmalıdır.

                                                              *

                     

                           YENİ BİR AYDINLANMAYA İHTİYAÇ VAR.....

           

 

              Aydınlanmayı,insanın özgürce,süreçleri etkileyen, sorgulayan ve belirleyen etkin bir özne olarak,aklıyla doğayı ve toplumu tanıma bilgisine sahip olma,onları iyi,güzel ve erdem adına dönüştürme  iradesini ortaya koymasıdır diye tanımlayabiliriz.

             Ayrıca aydınlanmanın bir çok tanımı vardır.Aydınlanma yeryüzündekiler ile gökyüzündekilerin birbirinden ayrılmasıdır da. Başlangıcı ortaçağın karanlığına karşı eleştirisel bir çıkıştır .Bu da  Ortaçağ‘da,Tanrı adına yöneten feodal egemenliklerin akıl ve bilim adına  değiştirilmesinin  itici gücü olmuştur.Yeni bir ekonomik altyapının  gelişimine bağlı olarak,dünya yeniden biçimlendirmede belirleyicisidir.

            Aydınlanma çağı,pozitif bilimlerde gerçekleşen doğayı ve varolan dogmaları değiştiren,büyük keşiflerle,bilimsel bilgiyi teknolojiye dönüştüren,eski bir insandan yeni bir insan yaratan,yaşamın tüm alanlarını hızlandıran, tüm bunlarla birlikte yeni üretim ve egemenlik ilişkileri yaratan, yeni bir egemen sınıfın ortaya çıkmasına neden olarak sanayileşmeyi geliştiren,yüz milyonlarca insanı içinde yaşadığı ortamdan koparan ve onlara yeni   yaşam ve davranış kalıpları kazandıran vb. birçok altüst oluşların gerçekleştiği bir çağ olarak bugünümüzü de  belirlemiştir.Ulusal devletlerin  ebesi olarak ta, yeni toplumsal yapıların kurulmasını sağlamıştır.

            Bazıları aydınlama çağını, modernleşme,modernizm diye tanımlamaktadır.Peki şöyle düşünelim...Geçmiş yani modern çağ her yönüyle insanlık için ulaşılacak son nokta mıydı?Hayır.Geçmişin egemenlerinin o vahşi sömürüsüne göre biçimlendirdikleri dünyayı göz önüne alırsak.Ama bugün sömürü,talan sistemi daha da acımasızca,daha üst boyutta,sadece kar dürtüsüyle devam etmiyor mu?Egemenler için dün de iyiydi bugün de çok daha iyi değil mi?Öyleyse aydınlanmayı modernizm,bugünün geçmiş modernizmi olarak sunmakla hiçbir şey değişmiyor.Geçmişin egemen çıkar ilişkileri bugün daha üst boyutta sürmüyor mu?

            Tüm bu süreçleri belirleyen bugün varılan noktada geçmişten bugüne sürdüren egemen  sömürü sisteminin ta kendisidir. Kime göre geçmiş iyi,kime göre bugün iyi.Kaybedenler ve kazananlar hep belli olduğuna göre bu açık değil mi...

            Oysa bugünkü küreselleşme denilen,eskinin devamı olarak bugünlere gelen, evrensel soygun sisteminin ideologlarının aydınlanma çağının,modernizmin bittiği savlarından neyi hedefliyorlar?Onlara göre tarihin sonuna, ideolojilerin öldüğü tarihsel sürece varıldı artık.Artık,içinde yaşadığımız(içinde her türlü sömürüyü,barbarlığı,acımasızlığı,insani hiçbir kaygısı olmayan,talan ve soygun sisteminin v.b.)dünyadan başka bir dünya yok.İnsanların yüzyıllardır mücadelesini verdiği yeni bir dünya ki bu şu an içinde yaşadığımız dünyadır.

Bunları kimler mi söylüyor?Varolan düzenin bilim adamları,düşünürleri.Orta Çağ‘da kilisede papazın görevi neyse bugün de bunların işlevi aynı.Çağdaş papazlar olarak sömürüyü gizleyerek kitlelerin beyinlerini dumura uğratarak meşrulaştırmak.

Aydınlanmayı,insanların özgür ve bilinçli eylemlerinin içinde değerlendirmek gerektiğine inanıyorum.

Bugün,yeni dünya düzeninin,toplumsal yapımızda yarattığı,yaratmaya çalıştığı ideolojik uygulamalarının sonuçlarını başka bir yazımda göstermeye çalışacağım.

Burada özetle belirtmek istediğim,günümüzün yeni dünya düzeni(aslında düzensizlik demek daha doğru)denilen süreçlerin sistemin sürdürülebilirliği adına insanlara mutlak doğru diyerek sunduğu yaklaşımların ardındaki gerçeği sorgulamaktı.

 

                                  KÖYDE   KADIN  OLMAK   ÇOK   ZOR....

 

         2002  yılı IV.dönem verilerine göre, Türkiye‘de  istihdamın %33.5‘una tarım sektöründe buna karşılık sanayide ki  payı da  ancak %18.9 dolayındadır.

         2001 sonu ve 2002 yılı başlarında ülkenin  yaşadığı iki büyük ekonomik krizden sonra, genel istihdam düzeyinde düşüş yaşanırken, tarım sektöründe ise artmıştır. Eğer Türkiye bu yıllarda Arjantin‘in düştüğü kriz sonrası durumunu tam olarak yaşamamışsa bunu kent-köy ilişkisi boyutunda var olan kırsaldaki üretimin kentte işsiz kalanları beslemesindendir.

         Tarım sektörü, kadın işgücünün en yoğun olduğu sektör konumundadır. 1999 yılı verilerine göre kadınların %72.2 si tarım kesiminde çalışmaktadır. Buraya kentli sayılıp ta kırsal üretim ilişkilerinin egemen olduğu beldelerde dahildir.

         Kriz dönemi boyunca, tarım işçiliği ve küçük mülkiyet yapısını kırsal alana mahkum ettiği büyük köylü kitlesi, yoksulluğu derinleşirken, kendi emeğini daha çok sömürme yolu ile yaşamını idame ettirme yollarını aramıştır. Türk köylüsü  artık giderek artan yaşam koşullarına karşın kendini yeniden üretmek için yeni gelir olanakları yaratmaya yönelmiş, birikeni tüketme ve borç alarak, ayrıca tüketimi sınırlama ve kadın emeğini daha fazla sömürme süreçlerini yaşamıştır.

         Bu süreçlerde köylerde hane gereksinimi hane içinde üretilmeye çalışılmış, gereksinimlerin ucuz ve kalitesiz mallar alarak giderme yoluna  gitmiştir. Eğitim ve sağlık başta olmak üzere giderler kısıtlanmış ve gıda tüketim alışkanlıkları da değişmiştir. Tüm bunlarla birlikte , kadın hem hane içinde hem de hane dışında kadın çok daha çalışmak zorunda kalmıştır.

         Buradan varmak istediğim, sistem ve eşi tarafından sömürülen, her koşulda üretmek zorunda olan, her türlü sosyal güvenlik ve insanca yaşam şartlarından uzak,yüz yıllardır kendi istemedikleri  dünyasında yaşamaya mahkum edilen, ezilen, bezgin, buna karşılık cömert, cefakar ve kanaatkar olarak köylerde yaşayan kadınlarımızın gerçeğini dile getirmek.

         Bu gün soframızda tükettiğimiz ekmekten tutun da keyifle tüttürdüğümüz sigaranın tütününde, üşümeyelim diye giydiklerimizin pamuğunda, yününde, çocuklarımızın büyümesi için içirdiğimiz sütün inekten sağımına, tadına doyamadığımız elmanın kokusuna kadar onların hiçbir zaman karşılıklarını alamadıkları alın terinin, göz nurunun ve de içlerinde yaşattıkları çok uzaklardaki  güzel günlerin özlemleri vardır.

         Onlar ürettiklerinin en güzellerini daha iyi para getirsin diye kent pazarlarına sunarlar. Onlar, tarlada ki ucuz işçi, merada çobandır. Odunu dağdan onlar indirir. Evin, bulup buluşturan terzisi, aşçısıdır.

         Kadın günlerinde esameleri okunmaz. Bu kervan hep böyle gitsin diye, beş yılda bir oy istenir onlardan. Zira demokrasi var ya...  Çark hep böyle döner. Onların gerçeği görülmez. İnsan hakları onlar için neymiş ki. Onların kentlerde yaşayan hemcinslerinden de sözcüleri de yok zaten. Onlar hep gözden uzaktır. Zaten onlar ara sıra, hastalanırsa -öyle ufak tefek hastalıklar için değil- hastane için, fabrikada çalışan oğlunu-kızını görmek, ürettiği ürünü pazarlamak için şehre inerler. Onlar büyük kentlerde pek görülmez. Sanki Türkiye hep kentlerden  kuruluymuş; onlar başka bir ülkede yaşıyormuş gibi.

         Onların elleri hep nasırlı, yüzleri güneş yanığıdır. El, yüz kremi de neymiş... Yirmi beşinde iken kırkında görünürler. Ama bu onların elinde değildir ki. Zayıfı da var...  Şişmanı da...Beslenme rejimi de ne ki? Şimdiye kadar ne verilmiş? Ne öğretilmiş ki kendilerine?  Her zaman umduklarını değil bulduklarını yerler. Kısacası Nazım Usta‘nın dediği gibi ‘‘Onlar bizim kadınlarımızdır‘‘  Onlar ki Anadolu‘nun ta kendisidirler....

         Kesinlikle yanlış anlaşılmasın. Kentte emeği ile geçinen ve üreten kadınlarımıza hiçbir sözüm olamaz. Zira onlar da bu ülkenin gerçeğinde yaşıyorlar.Sorunları ortak ..Çıkışları da ortaktır onların..

         Burada sadece köylerde güç koşullarda- yaşamak denirse bu çağda- yaşam mücadelesi veren, gerçek üretici olan. ürettikleri kadar hiçbir zaman tüketmeyen, eli öpülesi köylü kadınlarımızın gerçeğini belirtmek istedim.

         Unutmayalım ki onlar, çarpık sistemin acılarına en çok katlananlardır ve en  çaresiz olanlarımızdır. Çark böyle sürdükçe......

         Neyi. Nasıl söyleyeyim...Ey güzel insanlar ses verin.....

 

 

 

                               BİR   ŞEYLER    YAPMALI.......

 

 

          1980‘li ve 1990‘lı yıllarda, tüm dünyayı sarstığı söylenilen değişimlerin temelinde de kapitalizmin, kendi işleyiş mekanizmasının doğal sonucu olarak ortaya çıkan yeni ve evrensel krizini aşmak için, yaşamın tüm alanlarını etkileyen radikal bir yapılanma girişimleri yatmaktadır. Kapitalizmin,  dünyayı yeniden yapılandırmak için, yaptığı uygulamaların sonuçlarına bakarak birçok kişi bu süreci yeni dünya düzeni, neo-liberalizm, globalleşme yada küreselleşme olarak adlandırmışlardır.

         Kapitalizmin bu yeni aşamasının dünyada yarattığı değişimler yöresel olmayıp, farklı bölgelerde farklı yansımaları ortaya çıksa bile evrensel bir nitelik taşımaktadır. Artık kapitalist dönüşüm ile beraber doğan ulusal toplum ve ulus devlet kavramlarının aşılmakta olduğu tezleri ileri sürülebilmektedir. Gelinen noktada  temsili demokrasilerde işlevsizleşmiştir. Ayrıca küreselleşme ile, küresel sermayenin sınır tanımaksızın dünyayı tek ve bütünleşmiş p azar haline getirme süreci, ulusal devletin bölüşümdeki rolünü de giderek azalttığı söylenebilir. Artık her toplumda, kalkınma ve bölüşüm süreçleri giderek dev evrensel sermaye gruplarının dayatmaları sonucuna göre şekillenmekte, sözde var olduğu söylenen geçmişten gelen  temsili demokrasilerin de işlev ve anlamları da  değişmektedir.

         Ülkemiz bugün, yukarıda sözü edilen evrensel sermaye gruplarının emrindeki DB‘ nın ‘yapısal uyum programları‘, IMF‘nin ‘ekonomik istikrar programları‘, DTÖ‘nün bilmem kaçıncı görüşme turları ile yapılan dünya ticaretini serbestleştirme girişimleri , AB‘nin ilerleme raporları ile iyice sıkıştırılmakta, hareket alanı daraltılmakta ve artık tüm yönetsel, ekonomik, sosyal ve kültürel yaşam alanlarımız bu politikalar tarafından belirlenir olmaktadır..

         Küresel sermayeye tek yanlı olarak bağımlı hale getirilen ülkemiz üretim, yatırım ve istihdam süreçlerinden kopartılmış, yaratılan katma değerin yarısı, ödendikçe artan borç faiz ödemelerini bile karşılayamaz durumuna getirilmiştir. Artık ülkemizde borç verenlerin ülkemizin temel politikalarını belirleme ve yönlendirme süreçleri yaşanmaktadır.

         Cumhuriyet yoktan var ettiği Tüpraş, Pektim, Telekom, Tekel, THY , Şeker  Fabrikaları, Limanlar gibi birçok işletmeler, zarar etmedikleri halde özelleştirme adı altında, neredeyse bir yıllık karları karşılığı olarak, yabancı sermaye  uzantılarına ve işbirlikçilerine peşkeş çekilmektedir. Halkımıza seçeneksiz çözüm diye sunulan kökü dışarıda politikalar sonucunda, ulusal kaynaklarımız bir bir elden çıkmakta, ulusal pazarımız ve ekonomimiz çökertilmektedir.

         Devlet her geçen gün sosyal devlet olma anlayışından uzaklaştırılmakta, adeta devlet yabancı sermaye ve onun ülkemizdeki uzantılarının çıkar ve beklentilerine uygun olarak yeniden yapılandırılarak taşeron görevi üstlenmektedir. Artık her şey alınıp satılan piyasa koşullarında belirlenirken, bir taraftan halkımız hızla yoksullaşırken ve gelir dağılımındaki uçurum giderek derinleşirken, sosyal devletin görevi olan yaşanabilir bir gelir yurttaşlarına sağlanması bırakın bir yana, herkes için ücretsiz olması gereken sağlık ve eğitim hizmetleri dahi paralı hale getirilerek, vatandaş müşteri kabul edilerek, paran kadar hizmet anlayışı egemen kılınmaktadır.

. .

         Bu gün gündemde bulunan ABD‘ nin emperyalist çıkarları için kurguladığı Büyük Ortadoğu Projesi ve buna bağlı olarak ‘‘ılımlı İslam Devleti modeli‘ ülkemize dayatılmakta, tüm bu gelişmelere karşı da ulusal bir karşı duruşta sergilenememektedir.

         Ne yazık ki ulusumuzun ortak sesi olması gereken basınımızın çoğu, basının özgür ve tarafsız olması ilkesini göz ardı ederek, uygulanan dayatmacı ve dışa bağımlı politikaların bekçisi ve sesi durumuna gelmiştir.

         İşin acı tarafı da , halkımızın olan bitenin farkında olmayıp, kendi çıkar ve beklentilerine ters bir tutum ve davranış içerisinde, kendisi için güzel ve mutlu günlerin hayali içindedir.

         Halkımızın davranışını anlamak mümkün fakat olan bitenin farkında olup ta, bu sistemden beslenen, ama halkçı tutum içinde bulunan sözde aydınları anlamak zor.

         Ülkemizin insanları bugün her konuda kesin bir karar vermek zorundadır. Ya bağımsızlığımıza, cumhuriyetin temel ilkelerine, demokrasi ve laik sosyal hukuk devleti ilkelerine sahip çıkarak, mutlaka ulusal kaynaklarımızı harekete geçirerek yatırımı ve üretimi hedefleyerek toplumsal kalkınmayı hedefleyen  politika ve anlayışları üretmek, hatta bu anlayışları ülke yönetimine egemen kılarak, aydınlık bir gelecek için çıkışı yakalayacak ya da kendisine dayatılan politikaların gönüllü savunucusu ve uygulayıcısı olarak ulusal ekonomimizin ve Cumhuriyetimizin temel niteliklerinin yıkılıp değiştirilmesinin, çok yakında acı sonuçlarına katlanmak zorunda kalacaktır.

         Artık toplumsal sorumluluk duyan , aydınlık Türkiye‘den yana olanlar, devrimciler, yurtseverler, cumhuriyetimizin temel ilkelerine, aklın ve bilimin temel yasalarına, insan hak ve özgürlüklerine, ulusal bağımsızlığımıza,  tüm kurallarıyla işleyen demokrasiye, laik ve sosyal hukuk devleti ilkelerine her zamandakinden daha fazla sahip çıkarak, bu ilkeler etrafında bir araya gelerek, ortak politika ve anlayışları ülkemizin geleceği adına üretmek zorundadır.

 

‘GENETİK YAPISI DEĞİŞTİRİLMİŞ ÜRÜNLER‘‘in BİLİNMEZLİĞİ ya da SORUNSALI

            Aslında genetik yapısı değiştirilmiş(transgenetik)tarım ürünlerinin üretimine daha 1986 yılında ABD‘de başlanmıştır.Bu üretim tarzı,en çok mısır,patates,soya,pamuk,domates gibi ürünlerde uygulanmıştır.Tüm dünyada yaklaşık altmış milyon hektar alanda bitki üretimi yapılmaktadır.Bu altmış milyon hektarın üçte ikisi ABD‘de,on üç milyon hektarda Arjantin izliyor,arkasından Kanada ve Çin takip etmektedir.

            Ne demek ‘transgenetik‘ tarım ürünü?

            Dünyada transgenetik tarım ürünü kısaca,biyolojik yöntemlerle kendi türü haricinde bitki türlerinden genler alarak çeşitli özellikleri değiştirilmiş(verim miktarları, kalite, hastalıklara dayanıklılık gibi)olan organizmalara genetik yapısı değiştirilmiş organizmalar denmektedir.

            Nereden çıktı bu transgenetik ürün üretimi?

            Bugün ABD ve AB kendi gereksinimlerinin çok üzerinde tarımsal ürün üretiyorlar ve de bunları da az gelişmiş ülkelere satabilmek için kendi aralarında amansız bir rekabet de söz konusu.Bu yaklaşımda ABD daha fazla pazar payı kapma kaygısıyla tarım teknoloji ve araştırma-geliştirme(AR-GE)faaliyetlerini önce başlatarak AB‘ye göre önemli bir avantaj sağlamış bulunmaktadır.Bu üstünlüğünün kendisine verdiği avantajı iyi kullanmak için de ‘Genetik olarak değiştirilmiş olan organizmalar asla hayvan sağlığı için,çevre için zararlı değildir.‘ söyleminde bulunmakta,buna karşılık Avrupa ise kendi konumu gereği ‘Hayır,bunun insan ve hayvan sağlığına,bitki çeşitlerine zararlı olmadığını ortaya koyabilmek için çok uzun yıllar araştırmalar gerekebilir ve dolayısıyla bundan emin olamayız.‘demektedir.

            Şu bir gerçektir ki,transgenetik ürünlerin bugün için insan ve hayvan sağlığını, biyolojik çeşitliliğine ne oranda etki ettiği kesinlikle bilinmemektedir.Uzmanların belirttiğine göre böylesi etkileri olsa bile,bunların çok uzun süreler sonra ortaya çıkabileceklerdir.

            Durum bu iken bazı bilim adamları ise;gen aktarımı ile diğer organizmalardan hastalık ve alerji yapabilecek özelliklerin taşınma olasılığı olduğunu,transgenetik ürünlerin birincil ve ikincil metabolik ürünleri içinde beklenmeyen biyokimyasal ürünlerin ortaya çıkma riskini içinde taşıdığını,ayrıca antibiyotiklere dayanıklılık genlerinin insan ya da hayvan bünyesine geçmesi nedeniyle hastalık etmenlerinin antibiyotiklere dayanıklılık kazanmasına,transfer edilen genlerin bakterilerle birleşme olasılığı,virüs kaynaklı genlerin,dayanıklılık geninin diğer virüslere taşınması riskinin her zaman olabileceğini belirtmektedirler.

            Ayrıca,transgenetik bitkilerin,bırakıldıkları çevrede bitki sosyolojisinin bozulmasına,doğal türlerde genetik çeşitliliğin kaybına,ekosistemdeki tür dağılımının ve dengenin bozularak,genetik kaynakları oluşturan yabani türlerde de sapmalara neden olabilecekleri de belirtilmektedir.

            Tüm bu gerçeklere rağmen dünyanın bir çok ülkesinde,tüketicilerin haklı olarak gösterdiği tepkiler sonucu transgenetik ürünlerin ülkeye girişine izin verilmemekte,oysa bizim gibi az gelişmiş ülkelere hiçbir kontrol ve yasaklama ile karşılaşılmadan uzun yıllardır böylesine ürünler, çokuluslu şirketler ile onların yerli ortaklarının çıkarları gereği girmekte ve dolayısıyla da bu ülke halkları risk altına sokulmaktadır.

         Ziraat Mühendisleri Odası Genel Merkez Yetkililerinin belirttiğine göre: ‘Yasak olmasına karşın, Türkiye‘ye, ağırlıklı olarak mısır, soya ve pamuk olmak üzere , ABD ve Arjantin‘de üretilen transgenetik ürünler girmekte,bunlar bebek mamamsı da dahil olmak üzere Türkiye‘de marketlerde satılan bir çok işlenmiş ürünün hammaddesini oluşturmaktadır.‘denilmektedir.

            Oysa böylesi ürünler Avrupa‘ya sokulmamakta ya da üzerinde ‘Bu genetik yapısı değiştirilmiş üründür.‘etiketi bulundurma zorunluluğu vardır.Bugün hepimiz tüketiciler olarak bilmeden böylesi transgenetik ürünleri tüketiyoruz.Maalesef Türkiye‘de ithal edilen ürünlerdeki genetiğiyle oynanmış organizma olup olmadığını saptayabilecek mekanizmalara tam sahip olduğu da söylenmez.

            Türkiye‘nin araştırma-geliştirme çalışmalarına her alanda olduğu gibi bir ulusal politikanın gereği olarak,bu iş yararlı mı zararlı mı sorgulaması yapılması,böylesi ürünlerin taşıdığı risklerin gelecek nesillerimizin sağlığını karartmamak adına bir sorumluluktur ve aynı zaman da bir zorunluluktur da.

            Bugünü kurtarmak adına geleceğimizi karartmamak,tüm ülkemizin güzel insanlarının yeterli,dengeli ve sağlıklı ürünler tüketmesini diliyorum.Bu biraz  da halkımızın isteğine bağlı... 

 

 

 

 

                                               DEMOKRASİYİ SORGULAMAK

            Günümüzde bazı toplum bilimciler,artık geniş halk kitlelerinin gelişmelerin belirleyicileri(özneleri) olmaktan çıktığını , bu açıdan bakıldığında da toplumun öldüğünü,etkin ve katılımcı yurttaş kavramının da önemini ve işlevini yitirdiğini söylemekteler.Artık cemaatlerin, değişik biçimde oluşan alt toplulukların bir parçası,adeta kulu kölesi haline getirilmiş,sorgulamayan,geleceklerini belirleyen süreçlere katılmayan,edilgen,her şeyi kabullenen bireyler haline getirilmiş,parçalanmış toplumların bu tutumlarının demokrasinin geleceği için de tehlikeli olduğuna işaret etmektedirler.

            Sanırım önce toplumlar,toplumu oluşturan bireylerin bugünkü davranışlarının nedenlerinin araştırılıp sorgulanması gerekir  diye düşünüyorum

            Demokrasi,evrensel anlamda bir düşünce olarak Aydınlanma Hareketi‘nin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.Demokrasi düşüncesinin özünü "halkın kendi kendini yönetmesi...." anlayışı oluşturur.Bugüne kadarki  değişik toplumlarda üretim ilişkilerine ve kendi toplumsal gerçeğine göre şekillenmiş çeşit çeşit demokrasi anlayışları uygulanagelmiştir.Öyle ki çoğu toplumlarda, kendilerine demokrasi diye sunulan uygulamalar,varolan egemenlik ilişkilerini meşrulaştıran en etkili ideolojiye dönüşmüş,her şey topluma demokrasinin bir gereği olarak kabullendirilmiştir.

            Demokrasiyi kısaca (halkın kendi siyasal, ekonomik, toplumsal ve kültürel istemlerinin belirlenmesinde iradesinin özgürce ifadesine, kendilerini ilgilendiren karar, uygulama ve denetleme süreçlerinin her aşamasında örgütlü, bilinçli ve etkin katılımına dayanan, temelinde insana saygı ve hukukun üstünlüğü ) olarak tanımlayabiliriz.Demokrasi, öncelikle anayasanın ve tüm yasaların  demokratik , yurttaşların yasaların önünde eşit olduğu, herkesin insanca yaşam olanaklarına sahip bulunduğu ; bütün kararları ,  işlemleri ve eylemleri ile bağımsız yargı denetimine tabi hukuk devletinde gerçekleştirebilir. Ancak böyle bir yapıdan demokrasi adına söz edilebilir.

            Dünyada bugün egemen olan demokrasi,liberal demokrasidir.Liberal demokrasiyi,serbest pazar ekonomisinin ve küreselleşmenin siyasal oluşumudur,görünümüdür demek ve böyle algılamak gerekir.Veya kısaca mevcut egemenlik ilişkilerini meşrulaştırıcı işlev gören siyasal sistemin adıdır denebilir.

            Aslında her şeyin alınıp satıldığı,üretenin ürettiğinden daha değersiz sayıldığı, serbest piyasa koşullarında her şeyin ekonomi gereği görüldüğü,ekonomiye dayandırıldığı ve ona göre biçimlendirildiği,yurttaşların özgür bireyler yerine,alt kültürlerin  içine iterek bağımlı hale getirildikleri,toplumda varolan egemenlik ilişkilerinin kulu kölesi yapan sistemin adıdır da diyebiliriz liberal demokrasiye. Bugün bu böyle değil mi?Yurttaşın hiç bir şeyde belirleyiciliği yok.Her şeyi piyasa koşulları,piyasanın gerekleri belirliyor.Oysa pazar ekonomilerinde insan ile pazarın istekleri farklıdır.Ama her şey olan bitenin demokrasi adına kabullenilmesine yöneliktir.Eşitlik ve özgürlük yoktur.Böylesi demokrasilerde insanlar her şeyi yapmakta özgürdür ama,bu ancak ekonomik gücüyle sınırlıdır.Ekonomik gücün kadar özgürlüğün var demektir.

            Devlet,toplum içinde ekonomik ve siyasal gücü elinde bulunduranların bir egemenlik aracı olarak kullanıldığında, orada gerçek demokrasiden söz edilmez.Önce devletin demokratik olması gerekir.Devletin toplumun emrinde,toplumun halk ve çıkarlarını koruduğu  toplumlarda demokrasi daha iyi uygulanır.Demokrasinin doğru işlemesi,devletin yapılanması ve işlevi ile ilgilidir.Çağdaş bir demokrasi,ancak demokratik bir kültürün yaratılmasına bağlıdır.

            Demokrasi insanın temel haklarına saygı rejimidir.İnsanların karar alma,uygulama ve denetleme süreçlerine bilinçli ve etkin katılımının sağlandığı sistemdir demokrasi. Seçilenlerle,ekonomik gücü elinde bulunduranların çıkar birliğinin olduğu yerde demokrasiden bahsedilemez.Her şeyden önce sistemin şeyleştirdiği,metalaştırdığı,özgür olmayan cemaat kültürü içindeki bireylerin tutumları ile de demokrasi gerçekleşmez.Bu olsa olsa egemenlik ilişkilerinin  onanmasına  yarar.

             Duralım ve düşünelim  ... Ülkemizde  yukarıda sözü edilen demokrasilerden hangisi var? Hangisi yok? Her şeyi gözlemleyerek sorgulayalım. Oynanan oyun demokrasi oyunu değil mi? Halkımız seyirci. Üzülerek, söz konusu oyunu adeta alkışlarcasına, bu oyunun  sürekli oynanmasında da halkımızın katkısı yok mu?

                Geleceğin gerçek demokrasinin yaşatılması adına  kurgulanması, ancak kitlelerin bunu istemesine, demokrasi mücadelesi vermesine, etkin bir katılımcı anlayışı ile tüm  süreçlere , siyasete de dahil, bu anlamda ağırlıklarını koymalarına bağlıdır. Demokrasiyi özgür bireyler gerçekleştirir. Demokrasi  ancak laik ortamda gelişir. Doğmaların , cemaat kültürünün olduğu ortamlarda demokrasiden söz edilemez. Olsa olsa ancak bir araçtır.  Bu hiçbir zaman gerçeği değiştirmez.

 

 

                             BAŞKA BİR DÜNYA PEKALA  MÜMKÜN

 

         Dünyanın  ve insanlığın bugün nereye, nasıl bir belirsizliğe doğru götürüldüğünü anlamak için aşağıda verdiğim rakamlara bakmak yeterli. Rakamları çoğaltmak mümkün. Dünyada  yaratılan gerçekleri sıralarsak kitaplar almaz herhalde.

•-         Bugün dünyanın en zengin 200 kişinin serveti yoksul 2.5 milyar insanın gelirinden fazla. 89 ülke bundan on yıl öncesine göre çok daha yoksullaşmış durumda.

•-         Dünya nüfusunun sadece %15‘ini oluşturan zengin ülkeler Dünya gelirinin %80‘ninden fazlasını alıyor. Dünyadaki üretimin %77‘sini sanayileşmiş ülkeler gerçekleştiriyor. Burada ABD‘nin payı %30‘a yakın.

•-         Gelişmiş ülkeler ile geri kalan ülkeler arasındaki zenginlik farkı giderek büyüyor. 1800 yıllarında bire iki olan zenginlik farkı, bugün bire altmışı aşmış durumda.

•-         Dünyanın beşeri ve doğal zenginliğine, dünya nüfusunun yaklaşık %20‘ni oluşturan gelişmiş ülkeler el koymuş durumda. Yoksul ülkeler grubu 1980‘lerde dünya nüfusunun %36‘nı oluştururken  o yıllarda dünya gelirinin %6.3‘üne sahipken, 2000 yılında dünya nüfusundaki  %40.6‘ya çıkarken, dünya gelirinden aldıkları payda %3.4‘ gerilemiştir.

•-         Uluslararası Çalışma Örgütünün  son verilerine göre, her yıl 2 milyon işçi iş kazaları ve meslek hastalıklarından hayatını kaybediyor. Aynı örgütün verdiği başka rakamlara göre de 5 ile 14 yaş arasındaki 250 milyon çocuk okula gitmek yerine çalışıyor. Bu arada  Türkiye‘de de yaklaşık 4 milyon çocuğun ucuz iş gücü olarak çalıştırıldığı da tahmin ediliyor. Yakın gelecekte yoksulluk artıkça, kırsaldan kente göç arttıkça, eğitim, sağlık gibi her türlü kamu hizmeti özelleştirildikçe bu sayı çok daha artacaktır.

•-         Dünya nüfusunun yaklaşık bir milyarı işsiz veya düzenli iş sahibi değil. İş  bulabilenlerin çoğunluğu da kazandığı ile geçinemez durumda. Afrika‘ da kişi başına gelir 1970‘lerdeki seviyenin altına düşmüş durumda. AİDS hastalığından şimdiye kadar 20 milyon insan ölmüş ve halende 40 milyon insan AİDS  hastası.

•-         1977 verilerine göre her gün spekülatif amaçlarla bir borsadan diğerine, bir ülkeden başka bir ülkeye hareket eden finansal sermaye 1500 milyar dolar. Artık uluslararası sermaye istihdam ve gelir yaratan yatırımlardan hızla uzaklaşarak, çok daha karlı olduğu için spekülatif karlar peşinde.

•-         Atmosferin ısınması, sera etkisi, asit yağmurları, iklim değişiklikleri, ozon tabakasının delinmesi, ormanları daha çok kar adına yağmalanması insanlığın geleceğini tehdit etmekte. Gezegenimizin 1 ila 3.5 derece daha ısınması durumunda, kutuplardaki buzulların erimesiyle, deniz seviyesini 15 ile 95 santimetre yükselteceği tahmin ediliyor ki tehlikenin boyutunu  varın siz tahmin edin. Durum böyleyken başta  ABD ve çokuluslu şirketler atmosferin ısınmasının önlenmesi  girişimlerini sürekli engelliyorlar.

         Tablo, gerçekten karanlık. Tabloyu daha birçok kötü örnekle doldurmak ta çok kolay.eğer gelinen bu noktada, bu dünyada olup bitenler, bir avuç insanın daha da çok kazanmak adına yaptıklarının bir sonucu olarak ortaya çıkıyorsa; büyük çoğunluğu oluşturan yoksulların örgütlü ve bilinçli eylemleriyle de insanı, onun değerlerini varlık nedeni sayan yaşanabilir bir dünya ve uygarlık yaratmakta pekala mümkündür. Bu, birzada sesiz çoğunluğun sesini  çıkarmasına da bağlı her şeyden önce. Gerçekten böylesi bir dünyada yaşamaktan mutlu musunuz?

Unutulmamalı ki bugünkü karanlık bilançonun gerisinde piyasa ekonomisi diye yutturulmaya çalışılan uluslararası soygun sistemi ve onun meşrulaştırıcı ideolojisi olan  neoliberalizm( son yıllarda küreselleşme, globalizm, yeni dünya düzeni adları da veriliyor.) bulunuyor. Eğer dev şirketlerin karları artacaksa bazılarının da bu artışın bedelini ödemesi  sistemin gerçeklerindendir. Ama bir taraftan da dünyanın emperyalist efendileri ve onların akıl hocaları artık ‘‘ tarihin sonunun geldiğini‘‘ var olan mevcut sistemin artık geri dönüşsüz, kesin zaferini kazandığını da söylemekten geri kalmamaktalar.

Her şey, büyük insanlığın böylesi bir gidişe izin vermemesine, bilinçli eylemleriyle tersine çevirebilmesine bağlı. Bu gidişten kimin kazandığı , kimin kaybettiği belli. Bu gidişte her zaman kaybedenler dünya halkının gittikçe yoksullaşan %80‘ni ve dünya ekolojisi, kazananlar hep emperyalist-kapitalist devletlerin bir avuç sermaye grupları ve onların  bizim gibi ülkelerdeki işbirlikçi uzantıları olacaktır.

Birleşmiş Milletlerin verilerine göre dünyadaki açlığı ve temel sağlık sorunlarını asgari düzeyde çözmek için gerekli rakam 13 milyar dolar.  Oysa Avrupa Birliği ülkelerinde sadece parfüm için harcanan parada 13 milyar dolar. Eğer. Dünyanın en zengin 200 dolar milyarderinden  yılda %4 kesinti yapılsa buda 13 milyar dolar ediyor. Ama bir taraftan da her  yıl açlıktan  80 milyon insan ölüyor, yaklaşık 1 milyar insan da yetersiz beslenmekte bu dünyada.

Bütün bunlar, bu iç karartıcı rakamlar dünya nüfusunun en zengin %20‘sinin dünya gelirinin %85‘ine el koymasıdır ki bu da  kapitalist-emperyalist sistemin bir sonucudur.

Durum böyleyken, dünyanın efendilerinin  mevcut gidişi durdurmak, tersine çevirmek gibi niyetleri hiç yok ama o bitmek bilmeyen daha fazla kar elde etme hırsları, dünyayı kana ve gözyaşına  bulamaya, açlık, sefalet ve yıkım üretmeye devam ediyorlar. 

 

 

 

 

 

                          BİLİM  ve BİLİM ADAMI, NE  ve  NASIL OLMALIDIR?

 

         Bilimin amacı sizce ne olmalıdır?Bu sorunun yanıtını gelin beraber tartışalım.Eğer anlaşırsak beraber bulalım. Bana göre bilimin amacı;dünyanın ve toplumsal gerçeğin doğru anlaşılmasına, insanların daha mutlu yaşamasına hizmet etmek olmalıdır.

         Bilim, insan yaşamını- ama tüm insanların- kolaylaştırmalı, insanlığın özgürlük alanını genişletmeli,insanları özgürleştirmeye çalışmalıdır.

         Bu güne baktığımızda, gerçekten bilimin işlevi nedir? Bu gün teknoloji alanında  harika diyebileceğimiz gelişmeler yaşanırken, dünya insanlığının büyük çoğunluğunun açlık, yoksulluk, sefalet, dışlanmışlık ve aşağılanırcasına bir yaşam ortamına itilmesi, doğanın aşırı sömürülmesi, çevrenin aşırı kirletilmesi, acaba neyin sonucudur? Bilim adamı,bu soruların yanıtını net verebilendir.Başka bir söylemle,bilim adamı;gerçekten bilime ve bu anlamda doğru bilince ihtiyaç duyan insanların yanında yer alan kişidir,özetle sömürülen,ezilen dışlanan insanın yanında yer alan kişidir,karanlıktakilerin çıkışını gösteren ışık olmalıdır.Bu açıdan bakıldığında bilimin ve bilim adamının amacı, var olan gerçeğin üstündeki örtüyü kaldırmak, gerçekle varolan arasında yada görünen arasındaki uyumsuzluğu ortaya çıkarmak olmalıdır.

 Niçin ve ne kadar üretim?

Üretimin temel amacı, insanların tüm gereksinimlerini, doğayı ve çevreyi tahrip etmeden  tatmin etmek, gidermek olmalıyken; bu gün daha fazla kar elde etmek için daha fazla üretim, adeta üretim için üretim olmuştur. Artık  tüm olumsuzlukların, toplumsal ve ekolojik sorunların temel kaynağı, işte daha fazla kar için, daha fazla üretim anlayışıdır. Keza dünyada ki insan sayısını 100 kabul edersek, bugün üretilen gıda miktarı 110 kişiyi besleyecek düzeydeyken, dünyanın birçok bölgesinde açlık ve sefaletin, doğal dengenin bozulmasının arkasındaki gerçeğin varlığını başka türlü nasıl açıklanabilir ki?

         Bilim, insanlığın mutluğuna ve gelişmesi için kullanılırsa sorun yok. Sorun, bilimin kimin emrinde, kime, nasıl hizmet ettiğinin  doğru algılanmamasında. Sorunların özü, bilimin uluslar arası dev firmaların hizmetinde olarak, onların doğayı ve insanı daha fazla sömürerek, daha fazla kar elde etme mantığında yatmaktadır.

         İşte bu nokta da gerçek bilim adamının işlevi yada görevi, insanlığa ve doğaya saygının gereği olarak, gerçeği aramak, bir yanda insanlığın büyük kısmı açlık, eğitimsizlik, yeterli sağlık hizmetlerinden yoksunken diğer yandan çok az bir azınlığın doymak bilmeyen kar elde  etmek  hırslarının,  lüks tüketim ve yaşam içinde olmalarının arasındaki uyumsuzluğu ortaya çıkarmak, teşhir etmek olmalıdır.

Gerçek bilim adamının görevi; insanlığın geleceği için, daha güzeli, daha iyiyi, en gerçeği ve erdemi aramak olmalı, bu anlamda varolan sistemin uygulamalarını cesaretle eleştirebilmeli, çarkın tüm insanların yararına ve doğanın tahribinin önlenmesine yönelik olarak dönmesi için mücadele etmek olmalıdır.Bilim adamı gelişmeler karşısında yansız olamaz,bu tutum varolan egemenlik ilişkilerine hizmettir.Bilim adamının tavrı ve uğraşısı insanlığın ortak çıkarı ve olan biten gerçeğin üzerine örtülen  örtüyü kaldırılmasına yönelik  olmalıdır.Aksi takdirde bilim adamı, bilim adamı görüntüsü altında, gerçeği aramaktan uzaklaşmış, görüntüyle gerçek arasında ki uyumsuzluğun farkında olmaksızın, üretimin niçin, kimin için, ne kadar ve nasıl yapılacağı kaygısından uzak, var olan egemenlik ilişkilerini, sömürüyü ve  yaşatılan hiyerarşik sistemin meşrulaştırılmasına, kabullenilmesine hizmet eden kişi olur. Sonuçta  aslında  sorunun bir parçası da kendisi olur.

 

 

 

 

 

         Böylesi bilim adamları sistemin kendisine çok bildiği için değil, kendisine hizmet için verdiği unvanlarla övüneduranlarla,bunun yanında bilinçli olarak sistemden beslenen, onun emrine girmiş, sistemle çıkarları örtüşen,bilgi ve becerilerini onların egemen çıkar ilişkileri emrine sunan sözde bilim adamlarına diyecek bir şey yok.Dikkatlice bu açıdan  bakın.Akademik çevrelerde böyleleri o kadar çok ki... 

         Bugün artık bilim ve bilim adamı kavramları yeniden sorgulanmalıdır. Aksi halde kapitalist-emperyalist evrensel soygun sisteminin emrindeki bilim adamları, ona hizmet eden ekonomi, böylesi ekonomiye hizmet eden bilim ve teknoloji, bu gidişle insanlığın büyük kısmının geleceğini karartmaya, toplumsal ve ekolojik  yıkımları derinleştirerek sürdürmeye devam edecektir.

         Bilim üretimi insanlığa hizmet etmeli, gerçek bilim adamı da bunun için üretmeli ve  mücadelesini vermelidir.Gerçek bilim adamının bugünkü ve gelecekte tutumunun özü ,insanlığı ve doğayı sömüren,egemen sistemin,insanlığın üzerine örttüğü ve insanlığın bilinçlerini dumura uğratan örtünün kaldırılmasına çalışmak,gerçeğin üzerine örtülen bu ipoteğin kırılmasına yönelik olmalıdır.

         Burada,gerçek bilim için ve bilim etiğine uyan, insanlığı, emeği, yaşanabilir bir çevreyi ve geleceği, iyiyi, güzeli ve erdemi, yalnızca gerçeği, aklı ve bilimin temel yasalarını savunun, öğreten, mücadele veren gerçek bilim adamlarına sonsuz saygı  duyduğumu belirtmek isterim.

 

 

 

 

                                     BEYİNLERİMİZİN   KOŞULLANDIRILMASINA

                                                        İZİN VERMEYELİM!

 

         Orta yaş ve üstündekiler anımsar. Eskiden basın için ‘‘dördüncü kuvvet ‘‘ denirdi. Sanırım burada ima edilen, basının diğer üç kuvvetin yanında (bunlar yasama, yürütme ve yargı) dördüncü kuvvet işlevi gördüğü, halkın ve gerçeğin yanında , özgür ve tarafsız olarak, her türlü siyasi ve ekonomik güç odaklarının karşısında halkın sesi olduğudur. Bunun geçmişte böyle mi olduğu da tartışılı ama......

         Bugüne baktığımızda, artık her şeyin değiştiği görülecektir. Medya eski medya değil.....

         Nerdeyse her biri yarım kilo gelecek ağırlıkta, farklı sesler çıkarıyor görüntüsü altında aynı borazan üfleyen, o cicili bicili, içinde ne ararsan var olan, ama halkın gerçeği bulunmayan ulusal basına bir bakın. Etik kurallar içinde, özgür ve yansız olarak, halkın ve gerçeğin sesi olması gereken medyanın bugünkü işlevini iyice izleyin. Düşünün bu konuda... Sizce, basın toplumun ortak sesi ve vicdanı mı ?...

         Hele bir de televizyonlara iyice bakın. Ne görüyorsunuz?  Cıvıklık ve sıradanlık diz boyu değil mi?  İnsanlarımızı ahmaklaştıran , beyinlerimizi esir alırcasına , içinde ne ararsan hepsi var. Hele bir de reklamlar...  Sürekli şunu al, bu en iyisi; size de bu yakışır. Herkes onu kullanıyor ,  sen de kullan v.b.  deyip duruyorlar. Aslında bunu tersinden anlamak gerek. Burada bunları almazsan, bunları alacak müşteri değilsen ,  benim için yoksun dercesine tüketim toplumu  için koşullandırma yapıp duruyorlar.  Olanda bu değil mi?  Sürekli olarak izleyicilere kendi düşünce ve davranış kalıpları yerleştirilmekte.

         Diğer yandan, paralı yarışma programlarına  bakalım; emek harcamadan kazanmanın , hem de çok kazanmanın mümkün ve de iyi bir şey olduğu ( biri kazanırken diğerinin kaybettiği göz ardı edilerek) , köşe dönmecilik, iş bitiricilik anlayışı izleyicilerin kafalarına adeta kazınmakta ( ahlaki değerler, emek, erdem, hukuk, hak, adalet, toplumsal sorumluluk

v.b.  bunlar da neymiş ki? Yeter ki köşeyi dön. Alta ve arkada kalanın canı çıksın !!!) ,  bireyciliğin tek çıkış yolu olduğu beyinlere yerleştirilmekte.

         Kendilerine neden sanatçı dediklerini veya toplumun bunlara neden sanatçı dediğini, anlamakta güçlük çektiğim  kişilerin bitmek bilmeyen dizileri, söyleşilerin de  olan biten düzeysizliklere  iyice bakın . Adam olmak değil,  yeter ki ünlü ol... Bu çok kolay. İstersen sen de olabilirsin... Özellikle gençlerimizi tutsak edercesine belli davranış kalıpları verilmek istenmekte. Burada biraz düşünelim. Kendi içimizde yaşadığımız gerçekle, televizyonlardan beyinlerimize akıtılan gerçeği karşılaştırın. Sorgulayın bir. Denilenleri yaparsanız kaçımız ünlü olacak? Hem sonra ne adına ünlü olacağız? Hem sonra ünlünün de ünlüsü var.

         Bu arada  futbol programlarını da bir başka gözle izleyin. İnsanlarımızın kafasını futbol topuna çevirmiyorlar mı?  Kafalar toplaşırsa istenildiğin gibi oynamak  ta çok kolay değil mi?

 Toplumdan soyutlanmış , ezilmiş, ekonomik güçlükler altında , hiçte sosyal olmayan şartlar altında yaşayan insanlarımızın tuttukları takımın başarıları ile kendilerini özleştiren insanlarımızın topluma bu şekilde  kendilerini dahil etmek istemeleri  işin bir başka yönü. Bu konuyu ayrı bir yazımda ele alacağım. Yalnız şunu belirteyim; 22 futbolcunun oynadıkları oyunun, hayatında bir kez dahi bilinçli spor yapmamış  22 bin  izleyicinin  oluşturduğu derin çelişkiyi iyice sorgulamak gerek. Toplumsal yaşantımızda futbol maçına benzemiyor mu? Evet futbolcular değişiyor, futbolcuların patronları ve seyirciler değişmiyor.

         Hele bir de anlı şanlı ekonomi yorumcularına bakın. Sanki ülkeyi bu hale başkası getirmişte, uzun yıllardır halkımıza tek çözüm yolu olarak sundukları çözümler  getirmemiş gibi hep aynı terane içinde, yok ekonomimizin gerçeği  böyleymiş te, gittiğimiz yol doğruymuş ta , yalnız şunlar şunlar da yapılırsa , ülkemizin çıkışı yakalayacağı, halkımızın da tünelin ucundaki ışığı göreceğini ( sanki  çözümlerinin dışında başka çözüm yokmuşçasına, tek doğru onlarmışcasına)  adeta alay edercesine beyinlerimize yerleştirmekteler.

Gerçekten bunlar kimin sesi, kimin sözcüsü? Onların çözüm diye söyledikleri dikkat edin. Dış sermaye gruplarının ve onların ülkemizdeki uzantılarının yıllarca dayattıkları ve söyledikleri ile aynı değil mi? Sanki ülkeyi bu hale savundukları politikalar getirmemiş  gibi ... yok yanlış yaparsak treni kaçırırmışız ( sanki başka  tren yokmuş gibi) , aynı gemideymişiz, batarsak hep beraber batarız  söylemleri ile mevcut sistemi halkımızın gözünde meşrulaştırmaktan başka yaptıkları ne bunların? Bir taraftan da halkın ve ülkenin çıkarlarının yanında olanları ve gerçekleri savunanları da karalamaktan geri kalmamaktalar. Zaten böyle kişileri de  medyamız da görmemizde pek mümkün değil ya...

         Sonuç olarak medyanın gündemi ne? Halkın gerçeği ne? Halk nasıl yaşar , beklentileri ne? Ülke nereye gidiyor? Hukuk ve sosyal devlet ne oluyor? Yoksulluk, yolsuzluk, sefalet, yalan, talan  bir tarafta, devlet bulabildiği borçlarla toplam 300 milyar dolara ulaşan borcunun faizin  faizini ödemeye çalışmakta devlet dışarıya kaynak transferine göre yapılandırılırken , bir taraftan da işsizlik artarken , ülke üretim ve yatırım süreçlerinden kopartılarak,  ülke ipotek altına sokulmakta v.b.  bunlarda  işin  başka bir tarafında ... Onların söyledikleri ne? Ülkemizin gerçeği ne? Değerlendirmesini sizlere bırakıyorum.

       Bunu unutmayalım ki, büyük medyanın gerçek sahipleri, ekonomik güç sahibi  olan holding patronlarıdır. Bunların her biri bir veya birkaç gazete ve televizyon  sahibidir.

Her ne kadar perdenin önünde sorumlu müdürler, program yapımcıları, baş yazarlar v.b  görünseler de  güç tamamen  medya patronlarında.

         Benim burada hangi medya gruplarından söz ettiğim belli.  Burada toplum adına hizmet sunan, gerçekten gerçeği ortaya çıkarmak ve söylemek adına uğraş veren medyaya ve onların yazar-çizerlerine sözüm olamaz, saygı duymak ve başarılar dilemekten başka.

         Amacım, büyük bir medya grubunun ve onun medya bülbüllerinin ne yaptıkları kime hizmet ettiklerini kendimce dile getirmek. Halkın gündemi ile medyanın büyük kısmının gündemlerinin farklı olduğunu,   medyanın bugünkü işlevini ortaya koymak, yaptığının sistemi meşrulaştırmak olduğunu  söylemek....

         Beyinlerimizin karartılmasına, sömürülmesine, esir alınmasına izin vermemek gerekir ki gerçeği bulabilelim. Ama önce toplum olarak zihinlerimizi ve hafızamızı özgürleştirmemiz gerekmez mi?.....

 

 

 

                          ABD‘nin     BOP‘una   DUR  DİYELİM....!!!!!!!

 

         Bu güne kadar kapitalist-emperyalist sistemin özü, her yönüyle teslim aldığı bölgelerin, ülkelerin, ulusların beşeri ve doğal kaynaklarını sömürmek, yağmalamak, talan etmek ve buna süreklilik kazandırmak olmuştur. Bu gün küreselleşme söylemi ile pazarlanan bu sömürü çarkı, bizim gibi ülkelerde tam bir yıkım yaratmıştır. Bunu yaparken de her zaman yerli işbirlikçilerin işbirliğini ve onların insanına ve ülkesine ihanetlerini hep kullanagelmiştir.

         Üçüncü Dünya ülkelerinde bu emperyalist ilişkilerden çıkar sağlayan, komprodaşlaşmış, taşeronlaşmış, onların acenteliğini yapan elit kesimler,bu yapının sürmesi için,çoğu zaman kendi halklarına,milliyetçiliğe, kimi etnik, dini ve kültürel kimliğe, bazen geçmişe gönderme yaparak kitlelerin  bilinçlerini yanıltmışlar, bilinçlerini sürekli sömürmüşle,Bilinçlerini dumura uğratmışlardır. Aksi halde insanlığın,bu vahşi  düzene karşı çıkması gerekmez miydi?

        Doğru tepkinin verilebilmesi için öncelikle insanların beyinlerinin özgürleşmesi, daha sonra olup bitenlerin farkına vararak ,kendine uygun çözümleri üretmesi gerekirdi.

         Bu gün gelişmiş ülkelerin en temel yaşam kaynağı olan enerjinin (petrolün) % 70 i Orta  Doğu‘da bulunmaktadır. ABD sadece Ortadoğu değil de ‘‘ Büyük Ortadoğu‘‘ demesinin arkasında acaba ne var? Kastettiği sanırım petrol ve doğalgazın bulunduğu tüm bölgenin; yani Cezayir‘den Ortadoğu, Kafkaslar‘dan Orta Asya‘ya kadar olan bölge. Amaç belli, ABD tüm bu bölgelerdeki kaynakları denetlemek, bunu da en az kayıpla ve en fazla kazançla yapmak istiyor.

         Afganistan ve Irak işgalleri ile bölgedeki emrinde olan siyonist rejim sayesinde bölgeye tamamen yerleşmeye, bu bölgeleri üst olarak kullanarak, Asya içlerine kadar  uzanmak istemekte. Bu bölgelerin içinde ülkemiz Türkiye ve Kıbrıs‘ta var.  ABD, bu yapmak istediklerini dünya insanları gözünde meşrulaştırmak için  bölgeye NATO gücünü yerleştirmeye çalışmakta ve  ABD bölgede daha az asker tutarak, emperyalist çıkarları için bu projeyi uygulamaya  koymak  istemektedir.

         ABD‘nin gündemde tutuğu BOP ile, dünya halklarına, sanki bölgeye demokrasi, özgürlük, daha fazla insan hakları, daha çok refah getirecek bir proje olarak sunmakta.

         Bu gün Afganistan ve Irak‘ta yaşananlar göz önüne alındığında, ABD‘nin bölge halklarına aslında ne getirdiği ve de ne götüreceği belli... Tam bir işgal, bölgenin kaynaklarına el koyma, işkence ve ölüm, bölgenin parçalanması,kukla iktidarlar vs. Olan bitenin özü aslında bu...

         Kısaca ABD‘nin BOP‘un,bu gün ve gelecekte neler getireceğini kestirmek için öyle siyaset bilimcisi, stratejist veya jeopolitik uzmanı olmaya da gerek yok. ABD‘nin tüm dünyada bu güne kadar yaptıklarına bakmak yeterli. Filistin‘in, Irak‘ın, Afganistan‘ın, Yugoslavya‘nın bu gün için ulaştırdıkları noktaya bakmak yeterlidir sanırım.

         Her şey açık, ABD‘nin BOP ile ne yapmak istediği ortada. Tüm bölge ülkelerine yaptığı, dayatmaların özü de,gelecekteki beklentilerinin dünya halklarınca kabullenilmesine,kendini meşrulaştırılmasına yöneliktir.

         ABD bu gün, bir yandan egemenlik, bağımsızlık gibi kavramların artık modasının geçtiğini, ülkelerdeki işbirlikçi kalemşörlerini de kullanarak, bu kavramların içinde yaşadığımız dönemle uyuşmadığını, dünya halklarına yayarken, bir taraftan da ulusların iç çelişkilerini, etnik ve dini farklılıklarını kullanarak ve kışkırtarak her bir üniter devlet yapısından çok sayıda kendisine bağımlı, uzakta kendi eyaletleri gibi küçük devletler yaratmak istemektedir.

         Bill Clinton, Bosna savaşı sonrasında yaptığı açıklamada ‘‘Küreselleşme gevşek sınırlar ister ve üniter devlet yapıları bu sürece uygun değildir‘‘ dememiş miydi?

         ABD‘nin amacı belli; kendi emperyalist çıkarlarını korumak, bu düzeni kabul ettirmek, dünyayı kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmek. Kısaca dünya imparatorluğu kurmak. Bunu gerçekleştirmek içinde  hak, adalet, uluslar arası hukuk v.b.tanımaksızın sonucu ne olursa olsun, katliam , işkence, açlık, işgal (açık veya gizli) etmek.

         İşte ABD  düşlediği dünya imparatorluğunu kurmak için , bir taraftan çatışmaları önlemek, bir taraftan kendine bağımlı ülkeleri daha da bağımlı hale getirmek, öte yandan kendisince barbar devlet, haydut devlet dediği ülkeleri dize getirmek, onların bir araya gelmesini önlemek bahaneleri ile girdiği tüm ülkelerde kendine bağımlı, yönetebileceği yapılar da kurmak istemektedir.

         Bu gün ABD‘nin BOP‘ nin Türkiye için ne anlama geldiğine dair ciddi ve sağlıklı bir sorgulama yapılması çok önemlidir. Türkiye‘nin bu projede merkez ülke yapılacağı, bu projenin başkenti de Diyarbakır mı olacağı ve hatta proje tutar ve genişlerse İstanbul mu olacağı , tüm bunların gerçekleşmesi halinde Ülkemizin de   gelecekte büyük kazançlar sağlayacağı söylemlerinin, beyinlerimizi esir almasına kesinlikle izin  verilmemelidir.

         Bilindiği gibi bu Projede yer alan ülkelerin tümü İslam dünyasına ait. ABD‘nin bugüne kadar yaptıkları belli bundan sonra da yapacakları da bellidir.ABD - İngiltere-İsrail üçlüsünün İslam  dünyasının yeniden biçimlendirilmesinde Türkiye‘ye düşecek görev, üstleneceği rol ne olacak? NATO nasıl kullanılacak?

         Yukarıda sözü edildiği gibi söz konusu proje bölgedeki ülkelere demokrasi, özgürlük, refah v.b.götürmek vurgusuyla pazarlanıyor. Ayrıca son günlerde gündeme sıkça gelen Proje çerçevesinde Türk Modeli, ‘‘ Ilımlı İslam Devlet Modeli yada İslam demokrasi gibi yapılanmaların da söz konusu ülkelere uygun yapılar olacağı sıkça dile getirilir olmuştur. Buna şöyle de denilebilir; Bölge ülkelerinin her türlü yapılarının ABD‘ nin çıkarlarına uygun hale getirilmesi de denilebilir. Artık ABD ulus devlet modellerinden dini devlet modeline geçişi savunmakta. Bunun içinde bölge ülkelerine yönelik olarak siyasi, askeri ve kültürel dayatmalarda bulunmakta; doğaldır ki bunun için de öncelikle bölge ülkelerindeki sorunların çözümünün burada yattığının propagandasını yapmakta ve yaymaktadır . ABD‘nin kendi çıkarlarına uygun olarak kurguladığı Projede, İslam dünyasının kendi biçimlendirmek istemekte , yine kendi çıkarlarına uygun olarak kurguladığı  yeni İslam anlayışının  bölgede egemen olmasını ve de kendine bağımlı olmasını arzulamaktadır.  Bir yandan İslam‘la savaşan  ABD‘nin, diğer yandan da Müslüman kitleleri kendine bağımlı olacak şekilde dönüştürmeye, onları kontrol altına almaya çalıştığı apaçık ortadadır.

         Her şey bölge halklarının bu gelişmeler karşısında göstereceği tepkiye bağlı.Çıkış veya çözüm,işbirlikçi bir tutumla,tüm bu dayatmalara boyun eğen iktidarlara rağmen,bölge ülkelerinin geleceklerinin karartılmamasına bu süreçlerine karşı verecekleri ortak hareketlerinde yatmaktadır........

 

 

 

 

 

           

 

 

 

             AB ORTAK TARIM  POLİTİKALARININ TÜRKİYE TARIMINA

                                                   OLAN ETKİLERİ                                                                                     Henüz tam üye olmadığımız, adaylık için kapısında beklediğimiz AB‘nin Ortak Tarım Politikaları da Türk tarımına DB, IMF‘ den sonra ikinci bir darbe indirecek gibi görünmektedir.

         2003 haziranında Lüksenburg‘da kabul edilen OTP ile 2013 yılına kadar olan dönemde AB üyelerinin uygulayacakları tarımsal ve hayvansal üretim, destekleme , sübvansiyon politikaları karara bağlanmıştır. Desteklerin azaltılması, et ve süt üretiminde ülkelere kota konulması, hayvan sağlığı, çiftlik ve üretim konusunda ortak standartlara uyulması OTP içeriğindeki kararlar arasındadır.

         Bugün destek ve sübvansiyonları kaldırılmış, kendine yetecek kadar dahi üretim yapamayan Türk tarımı Fransa, İtalya, Almanya bibi AB üyesi ve tarımı  güçlü ülkelerle rekabet etmek zorunda kalacaktır.

         Alt yapı sorunlar çözülmüş Türkiye‘de  pazarlarımız, mutfaklarımız AB‘nin ürünleri ile dolması yakın gelecekte  kaçınılmaz olacaktır.

         Şu anda bile  tarımsal ürün ithalatı 10 milyar doları aşmışken, OTP‘nin devreye girmesi durumunda olacakları şimdiden kestirmek mümkündür.

         Şimdi bile köylerden kentlerden göç patlaması yaşanırken, işsizlik çığ gibi  büyürken bir de tarımın, hayvancılığın iyice çökmesi ile milyonlarca kişinin köyden kente göç ettiğini düşünürsek, değil tarımdan destekleri çekmek, daha  çok destek vermemiz gerektiği apaçık ortadadır.

            Bu uyum süreci içerisinde Türk tarımı yüksek verim gücüne erişmiş,stok içindeki ürünlerine yeni pazarlar arayan,daha fazla üretmekten çok daha kaliteli ve yüksek katma değerli üretime yönelmiş,insan sağlığı ve çevre değerlerini öne çıkaran AB‘nin  politikalarına uyum sağlamaya çalışacaktır.

            IMF‘ye verilen niyet mektuplarında tarımımızın bırakın desteklenmesini,varolan desteklerini de çekmiş bulunan ve ciddi alt yapı sorunları bulunan bir Türkiye bu koşullarda AB ile nasıl rekabet edebilecek?Düşük verimli,teknolojinin yetersiz olduğu ortalama ürün kalitesi ve standardının altındaki tarım ürünlerimizin hele bu koşullarda hiç rekabet şansı yoktur.

            Üye olmamız halinde,Topluluğun öncelikleriyle bizim önceliklerimiz bir rekabet halinde olacağı bir gerçektir.Üstelik uyumun sağlanması adına da Topluluk ülkelerinden herhangi bir destek de söz konusu olmayacaktır.

            Türkiye öncelikle tarımsal alt yapı sorununun çözümüne yönelik olarak ve tarımın rekabet edilebilir hale getirilmesine uygun politikaları devreye sokmak zorundadır.Zaten 80‘den sonra Türk tarımı gerileme içine girmiş, bugün uygulanan politikalar da tarımımızı çökme noktasına getiren geçmişin politikalarının bir devamı niteliğinde.Üstelik en öldürücü darbelerde günümüz iktidarı döneminde yapılmakta, tarım dış dayatmalara göre şekillenmektedir.

            Siz şayet ülke çıkarlarına uygun bir politika izlemiyorsanız,ulusal politikalarınızda üretime, bilime ve teknolojiye dayalı üretime ve kalkınmayı hedefleyen politikalar  üretmiyorsanız ve bunları uygulamaya koymuyorsanız, o zaman da size borç verenler, size kendi politikalarını uygulatırlar.Olan da bu değil mi? 

Okunma Sayısı: 1062