"TARIM GELECEĞİMİZDİR. GELECEĞİMİZİ KARARTMAYALIM" - DENİZLİ
Şube başkanımızın değişik gazetelerde yayınlanan Tarım Politikalarına ilişkin yazıları ektedir.
23.06.2009
TARIM GELECEĞİMİZDİR.GELECEĞİMİZİ KARARTMAYALIM
Tarım ve gıda sektörü gelişmiş ve gelişmekte olan tüm ülkeler için birinci derecede önemli bir sektördür.Bugün gelinen noktada bir ülkenin,gerçek bağımsızlığın yolu da tarım ve gıda sektörünün güçlenmesinden geçmektedir.Bir taraftan hızla artan nüfus ve küresel ısınma,bir taraftan insan odaklı olmayan,bir avuç küresel tekellerin doymak bilmeyen kar hırslarına bağlı üretiminin yarattığı doğa tahribatı, büyük insanlığın geleceğini karartmaktadır.Bir yandan geri bıraktırılmış ve sömürgeleştirilmiş ülkelerde akıl almaz yoksulluk, sefalet ve açlık,diğer taraftan gıdayı silah ve rant aracı olarak kullanan gelişmiş ülkelerde gıda israfı.Yine bir taraftan yeterli sağlık ve güvenli gıdaya ulaşamayan milyonlarca insanın acı ve dramı,diğer yandanda aşırı beslenmeye bağlı sağlık sorunlarına milyarlarca dolar ödeyen gelişmiş ülkelerin insanları.
Durum böyle iken,bugün dünya nüfusunu bin kabul edersek,dünyada üretilen gıda 1100 kişiyi besleyecek düzeydedir.Başka bir söylemle, dünyada gıda kıtlığı yada üretim yetersizliği yoktur.Açlığın yada yeterli gıdaya ulaşamamanın temel nedenini, dünya nüfusunun büyük kısmının yeterli gelir düzeyinden uzak oluşudur.
Bugün dünyadaki 200 dev firma gelirlerinden %4 kesilecek parayla, tüm dünyada açlık ve yoksulluk önlenebilecek durumdadır.
Bugün her şey küreselleşme denilen evrensel soygun ve talan düzenin baş aktörleri olan küresel tekellerin çıkar ve beklentilerine göre biçimlendirilmekte ve yönlendirilmektedir.
Küresel tekellerin emrindeki gelişmiş ülkelerin ,bizim gibi çevre ülkelere dayattığı temel kurallar şunlardır.
-Her ülkede kamu kesiminin boyutları küçültecek ve özel kesim üzerindeki vergi yükü hafifletilecektir.
-Özel firmaların bulunduğu veya girebileceği alanlardan kamu kesimi çekilecektir ve devlet piyasa işleyişine müdahale etmeyecektir.
-Kamu iktisadi teşebbüsleri özelleştirecektir.
-Emek piyasalarında eski uygulamalar terk edilecek ve endüstri ilişkileri alanında yeni üretim koşullarına uygun yeni kurallar uygulamaya koyulacaktır.İşçi sendikalarının gücü zayıflayacaktır.
Bu sıkıntıların sorumluları ve suç ortaklarıda;
"Bırakınız yapsınlar,bırakınız geçsinler" diyenler,sömürü özgürlüğünü savunan liberaller, sözde aydınlar,insanın yerine paranın iktidarını savunanlar,ruhunu paraya satmış kurulu düzenin bekçileri,küresel sermayenin taşeronları,yerli işbirlikçileri,uluslar arası sermayenin emirlerini gözü kapalı harfiyen yerine getiren siyasi iktidarlar ile toplumsal sorumluluk duyguları minimum ama kar hırsları maksimum olan Yuppilerin emrindekilerdir,kamusal olan her şeyi kötü veya olumsuz göstererek pembe tablo çizenlerdir.Kendi ülkesinin ekonomisinin, uluslararası sermaye ipotek ettirenlerdir.Kendi ülke kaynaklarını dışarıya peşkeş çekenlerdir.
AB SÜRECİ TÜRK TARIMINI YENİDEN BİÇİMLENDİRİYOR
Türkiye 1959 yılından buyana AB üyeliği içim görüşmelerde bulunuyor.
Bugün AB,Türkiye‘nin birçok alanda olduğu gibi,tarım alanındada topluluğa "uyum sağlanmasını"istiyor.Bu süreçte Türkiye‘nin en çok başını ağrıtacak konu tarım ve hayvancılıktır.AB‘nin tarım verileriyle bizimkiler arasında uçurumlar var.
Bugün için AB‘ye uyum çalışmaları sonucunda tıpkı Polonya örneğinde olduğu gibi ,verimliliği artırmak ve dış pazar isteklerine uygun üretim yapmak amacıyla tarımın mekanize edilmesi sonucunda küçük işletmelerin ortadan kalkmasıyla atil kalacak milyonlarca vasıfsız iş gücünün ne olacağı sorusu, konunun en can yakıcı sorunudur.
Zira AB süreci kaçınılmaz olarak tarımın büyük şirketleri terk edilmesini beraberinde getirecektir.
Bugün, 103 milyar Euro‘luk AB bütçesinin 43 milyar Euro‘su tarıma ayrılıyor. 10 aday ülke için katılım öncesi yardımlar 3 milyar 120 milyon Euro ile sınırlandırıldı ve bunun 520 milyonu tarım bütçesini oluşturuyor. 1 Mayıs 2004 tarihi itibarıyle üye olan 10 ülke bu 520 milyonu paylaştı. Bu durum adaylık sürecinde tarıma para yağacak beklentilerinin yanlış olduğunu ortaya koymaktadır.
Bu açıdan AB‘ye giriş sürecinde Türkiye açısından olumlu sonuçlar verecek tarım politikalarımızın,öncelikle AB‘den bağımsız politikalar izlenmesi,kendi potansiyelimizin farkına vararak kooperatifleşme başta olmak üzere,gelecekteki gelişmeleri doğru öngörerek,yeniden yapılandırması karşımıza bir zorunluluk olarak çıkmaktadır.
MEVCUT POLİTİKALAR,TARIMIMIZI YIKIMA SÜRÜKLÜYOR
Bugün ülkemizde siyasetin tarikat,aşiret,ticaret sarmalında yönetilmesiyle halkımızın kamplaşma ve kutuplaşması artmış,gelir dengesizliği ve vergi adaletsizliği en üst düzeye ulaşmış,yatırımlar durma noktasına gelmiş,işsizlik ise her geçen gün katlanır boyuta ulaşmıştır.
Siyaset,siyasi iktidar tarafından siyasi yandaşlarına kadrolaşma,ekonomik çıkar sağlama aracına dönüşmüş din,gerici ideolojik saplantılarla siyasete alet edilir hale getirilmiştir.
Bugün,üretim ekonomisi yerine rant ekonomisinin esas alan,ülkemizin yer altı ve yer üstü kaynaklarının talanına göz yuman,dokunulmazlığı kaldırılmayarak yolsuzlukları yapanların yanına kar bırakan,TBMM‘ni ayrıcalıklı kişiler kulübüne dönüştüren ve toplumda bireylerin yasalar önüne eşitliğini zedeleyen siyaset anlayışının yarattığı siyasi ve ekonomik sorunların ulaştığı boyut,sorunları daha da ağırlaştırmıştır.
Ülkemizde tüm bu gelişmeler karşılık:
Tarım sektörü, Türkiye‘nin sosyolojik ve ekonomik yapısı içerisinde önemli yer tutan, kırsal alanın hemen tek ekonomik getiri kaynağı olan, doyuran - barındıran bir sektördür. Buna karşın, sektörün son yıllarda sürekli kan kaybettiği, iç ticaret hadlerinin korkunç bir şekilde tarım aleyhine geliştiği, sektörün genelinde üretim artışlarının nüfus artış hızının gerisinde kaldığı, çoğu alt sektörde üretimde geriye gidişlerin yaşandığı, kırsal yoksulluğun dayanılmaz boyutlara ulaştığı bilinmektedir.
Bir taraftan üreticilerin kullandığı girdilere sürekli zam yapılırken,üreticinin ürettiklerinin son yıllarda aynı kalması,özellikle küçük üreticilerimizin,üretime devam etme nedenlerini de ortadan kaldırmakta.
Aslında tarımımızın sorunları tüm açıklığı ile ortada.Bugüne kadar,dış dayatmalarla uygulanan tarım politikalarının,ülkemiz tarımını getirdiği nokta belli.Tam bir yıkım süreci.Eğer bu politikalarda ısrar edilirse,varılacak noktada belli.Bu noktada ;birçok temel ürününde kendine yeterliliğini yitirmiş,üretim süreçlerinden kopartılmış,geçimlik dahi üretim yapamayan kent varoşlarına göçmek zorunda bırakılmış,işsiz ve yoksul milyonlarca küçük üreticinin yanında,her geçen gün şirketleşen tarımımızda,yabancı tekeller adına ücretli işçi konumuna düşecek köylülerin ve tüketicilerimizin piyasanın acımasız ellerine terk edilmiş gerçeği olacaktır.Sonuçta bu nokta uluslararası tekellerin ve onların yerli uzantılarının biçimlendirdiği ve yönettiği,açık pazar halinde dönüştürülmüş,üretim süreçlerinden kopartılmış bir Türkiye gerçeği olacaktır.
Türkiye‘de tarım sektörü, sosyal ve ekonomik yönleriyle, neoliberal politikaların uygulandığı son çeyrek yüzyıllık dönemde sürekli olarak güç kaybetmiştir. Bununla birlikte, 2000‘li yıllarla birlikte uygulanan Dünya Bankası ve IMF taşeronu teslimiyetçi politikaların sonucunda sektör çöküş noktasına gelmiştir.
TOPRAKLARIMIZ YABANCI BANKALARA GEÇECEK!
Bugün"Yabancı bankaların el koydukları araziler nedeniyle topraklarımız yabancıların mülkiyetine geçiyor".
Son birkaç yıldan beri çiftçi kesimini keşfeden bankalar, her geçen ay yeni ürün çeşidi oluşturuyorlar. İpotek gösteren çiftçilere bazı avantajlar sağlayan, kredi kartlarından, tarlalarında Ar-Ge çalışmasını geliştirmeye yönelik kredi imkanına kadar çok sayıda farklı alternatif sunan bankalar, 13 milyar dolara yaklaşan kredi hacmini artırmayı hedefliyor.
Tarımsal bugün kredilerin çoğu özel bankalara aittir, "Son dönemlerde kredilerin geri dönüşümleri zorlaştıkça, bankalar da haciz uygulamalarını başlattılar. Kiminin tarlasına, kiminin traktörüne el konuluyor. Hatta, haciz malları muhafaza etmek için depo kiralayan bankalar bile var. Bunun yanı sıra yabancı bankaların el koydukları tarım arazileri nedeniyle topraklarımız da yabancılaşıyor, bankaların mülkiyetine geçiyor. Bu da genelde tarım ve hayvancılık özelde ise çiftçilerimiz açısından son derece vahim sonuçlar doğuruyor.
ULUSAL TARIM POLİTİKALAR ŞART
Ülkemizin bu sıkıntılı süreci atlatabilmesi için içeride ve dışarıda, sektörel gerçek ve gereksinimlere uygun bir tarım politikasının uygulanması gerekmektedir. Tarımın altyapı sorunları çözülmeli, sulama - arazi toplulaştırma ve tarla içi geliştirme hizmetleri tamamlanmalı, bilgi ve teknoloji tarla ile buluşturulmalı, pazarlama ve örgütlenme sıkıntıları giderilmeli ve üreticinin insani gereksinimlerini karşılayacak bir gelir düzeyine kavuşması sağlanmalıdır. Tersi durumda tarım sektörümüz çok daha ağır sorunlarla karşılaşacaktır.
Artık zaman geçirilmeden ,uluslar arası tekellerin istek ve beklentilerine göre dayatılan ,tarımımızı çöküntüye sürükleyen politikalarından vazgeçilmeli, ülkemizin kaynaklarının, ülkemiz ve insanımızın çıkarlarına göre kullanan, yönlendiren ve planlayan ulusal tarım politikaları, acilen devreye sokulmalıdır. Zira yarın çok geç olacaktır.
Bugün için tarımımızda mevcut sorunların çözen ve önümüzdeki süreçlerde uluslararası rekabete karşı ayakta durabilen, sürdürülebilir ve kendi kendine yeterliliğini sağlaması yanında, ekonomimize katkı koyan bir yapıya kavuşturulması için,tarımımıza bugün ayrılan kaynakların, doğru bir planlama ile en az 3 katına çıkarılması bir zorunluluktur.
Bu çarkın böyle dönmemesi için, başta tüm üreticilerimize, onların örgütlerine ,ülkesine ve topluma saygı duyan tüm insanlarımıza büyük sorumluluk düşmektedir. Zira yarın yaşanılması kaçınılmaz sonuçlar için feryat, figan etmenin anlamı kalmayacaktır.
Bugün AB ile yapılan anlaşmalar,tıpkı 1980 den itibaren IMF ve DB‘nın isteklerinde olduğu gibi harfiyen yerine getirilmekte,üstelik tarımımızı ve ekonomimizi çökertmek pahasına,halen de sürdürülmeye devam edilmektedir. Bir ülkenin makro ekonomik dengeleri bozuksa,yatırım ve üretim süreçlerinden kopartılmışsa,ekonomisi iç ve dış borç batağına saplanmış ve ekonomisi sürekli ödedikçe artan bor faiz ödemelerine göre kurgulanılıyosa,her türlü krizlere karşı kırılgan bir yapıda ise,borç faizi ödeme adına Cumhuriyetimizin yoktan var ettiği en karlı KİT lerimizi adeta peşkeş çekercesine elden çıkarmak zorunda kalıyorsa,küresel sermayenin kendi çıkar ve beklentilerine göre bizlere dayattığı politikaları harfiyen yerine getiriyorsa bugün için, diğer sektörlerde olduğu gibi istesede tarıma kaynak aktaramaz..Ayrıca unutulmamalıdır ki ekonomik bağımsızlılığı olmayan bir ülkenin, siyasi bağımsızlılığından da söz edilemez.Artık bu ülkede icazetli kurtarıcılar aramak yerine,başta üreticilerimiz olmak üzere tüm halkımız kendi öz gücüne güvenerek,kısa vadeli çıkar ve beklentileri yerine değil,geleceğini karartmamak adına,zamanında ve yerinde,bilinçli ve örgütlü temel bir duruş sergilemek ve tepki vermek zorundadır.
Artık bu oyunun hep böyle oynanmaması, kervanın hep böyle gitmemesi için mutlaka bu tek yanlı ipoteğe dönüşmüş politikalardan vazgeçilerek, mutlaka ülkemiz çıkarları adına, ülkemizin kaynaklarını yatırım, üretim ve istihdamı hedefleyen bir anlayışla harekete geçiren, ulusal tarım politikalarının uygulanması zorunluluktur. Bunun içinde ulusal iktidarlara ve onun arkasında halk desteğine gereksinim vardır.,Oynanan bu oyunda her zaman kazananlar, bu oyunun kurallarını koyan ve bizim gibi ülkelere bu oyunu oynamayı dayatan bir avuç küresel sermaye ile bundan nemalanmaya çalışan yerli uzantıları olmaktadır. Ve de bu oyun böyle sürdükçe, her zaman kaybedecek olan, geniş halk kesimleri olacaktır.
TÜRKİYEDE TARIM SEKTÖRÜ SORUNLARI ÇÖZÜLEMEZ DEĞİLDİR
Türkiye‘de tarım sektörünün sorunları çözülemez değildir. Doğru tarım politikalarını , tarıma özgülenen uygun kaynak büyüklükleri ile eşleyen ve etkin bir tarımsal kamu yönetimi anlayışı ile uygulamaya geçiren yaklaşımlar, sektörel sorunları çözüp tarımın büyüme potansiyelini açığa çıkarabilirler.
Doğru tarım politikaları, içeride ve dışarıda sağlam bir analitik tutarlılıkla, Türkiye tarımı için konulan kısa - orta - uzun vade hedeflerle uyarlı bir politika seti seçimini gerektirir.
Bu bağlamda, Dünya Ticaret Örgütü tarım turlarında, "adil ticaret" söylemi altında kendi fazla tarım üretimlerini dünya ülkelerine sokmak için "pazara giriş" koşullarını kolaylaştırmak isteyen ABD - AB kaynaklı politika değişimi taleplerinin karşısında; önce iç destek ve dışsatım sübvansiyonlarının sıfırlanmasını talep eden tarafla birlikte hareket etmek, tarım sektörü için temel politika önceliklerindendir.
Dış politika yanında, içeride de maliyet düşürücü, verimlilik yükseltici, tarımın rekabet düzeyini artıran politikalara gereksinim vardır.
Bu çerçevede, uygulanabilir toprak reformu yapılmalı, sulama yatırımları gerçekleştirilmeli, arazi toplulaştırma ve tarla içi geliştirme hizmetleri tamamlanmalıdır.
Böylece yaratılan uygun zemin üzerinde, doğayla ve tüketiciyle dost, biyoçeşitliliği koruyup geliştiren, sürdürülebilir bir tarım modeli uygulanmalıdır. Aksi, Türkiye‘de görülen doğayı yok edici - üreticiyi yoksulluk sarmalında toprağına yabancılaştıran bir çerçeve anlamına gelmektedir.
Türkiye, başta tohum olmak üzere bitkisel ve hayvansal üretim materyallerini, kullanılması gereken gübre ve tarımsal savaşım ilacını, tarım alet ve makinalarını ülke içinde üretip, zamanında ve uygun fiyatla üreticiye ulaştıran bir tarımsal girdi politikası izlemelidir.
Üretim, ülkesel ve bölgesel planlama ilkelerine uygun olarak gerçekleştirilmelidir. Desteklemeler üretim planlamasının bir aracı olarak görülmeli ve bu anlayışla uygulanmalıdır.
Pazarlama kanalları aracıyı sistemden kovan, ucuz ve sağlıklı gıdayı etkin kooperatifler aracılığıyla tüketiciye ulaştıran bir şekilde yeniden yapılandırılmalıdır.
Depolama ve işleme olanaklarının artırılması, tarım - gıda bütünleşmesi, uygulanan politikaların odağında yer almalıdır.
KRİZE KARŞI ACİLEN YAPILMASI GEREKNLER;
-Tarımsal girdilerden alınan KDV hızla düşürülmeli.
-Tarım topraklarının yabancılarca ya da yabancı ortak denetimli bankalar tarafından alınmasını engelleyici yasalar derhal çıkartılmalı.
-Çiftçi tarımsal amaçlı kooperatiflerde hızla örgütlenmeli.
-Örgütlenmeler, köy temelli yerine ilçe düzeyinde olmalı. Ürünler bunlar tarafından işlenmeli ve pazarlanmalı. Çiftçiler küçük bireysel çıkarlar için ürünleri aracılara satmamalı.
-Girdiler de kooperatifler aracılığıyla sağlanmalı.
-Çiftçi borçlanmasına dikkat etmeli. Aldığı borçları üretim için kullanmalı.
-AKP hükümetinin dışa bağımlı yeni-liberal politikalarına çiftçiler karşı çıkmalı; yerel ve genel seçimlerde uygulanan seçim ekonomisine kanmamalı.
-Yerli malı kullanımı özendirilmeli.
-Gümrük Birliği anlaşması derhal feshedilmeli.
-İthalata dayalı ekonomiden vazgeçilmeli.
-Tarıma ayrılacak kaynaklar, en azından Tarım Kanunu‘nda belirtildiği gibi, GSMH‘nın %1‘inden aşağı olmamalı.
-Ulusal çıkarlar adına üretim ve istihdama yönelik ulusal politikalar acilen oluşturulmalı.
-İç talebe yönelik olarak emek yoğun sektörler tekrar geri kazanılmalı.
-İthalata bağımlılık azaltılmalı.
-Tasarruflar ulusal yatırımlara yönlendirilmeli.
-Sıcak paranın giriş ve çıkışları kontrol altına alınmalı.
-Geleneksel ihracatçı yapılar devreye sokulmalı.
-Tasarrufların finansal spekülatif hareketlerde kullanılması caydırılmalı.
-Hayvancılığa verilen destekler arttırılmalı.
-Karlı ve kazançlı kurumların haraç-mezat satılarak özelleştirilmerinden derhal vazgeçilmeli.
-Başta fındık olmak üzere temel ürünlerimiz için Türkiye borsası oluşturulmalı.
Bütün bu süreç, güçlü ve etkin bir tarımsal kamu yönetimine sahip, bilgiyi ve teknolojiyi tarıma aktaran, sektörü piyasanın sömürüsüne terk etmeyen bir anlayışla başarılabilir.
01.07.2009
AK PARTİNİN KARA İCRAATLARI
2000 den sonra uygulanan tarım politikaları,Türkiye tarımında tam bir istihdam aşınmasına neden olmuş,bugüne kadar 3 milyonu aşkın insanımız tarımsal üretimden kopmuştur.
Aslında bu,köylülüğün piyasanın kurallarına terk edilmesinin,başka bir söylemle egemen üretim ilişkilerinin neden olduğu hızlı bir tasfiye hareketidir.Bunun sonucu,artan işsizlik ve çok sayıda insanın işgücü piyasalarının dışına itilmesi olmuştur.Bunu, her geçen gün tarımsal girdi fiyatları hızla artarken,üreticinin ürünlerinin (öncelikle küçük üreticilerin)fiyatlarının yerinde sayması, zaten küçük ve hatta orta ölçekli toprakları olan köylülerin bile,bırakın rekabet etmeyi ,serbest piyasa mantığına göre ayakta kalabilmelerinin olanaksız olduğunu her sağduyulu insan kabul edecektir.Zira her türlü kamu müdahalesinin ve her türlü desteğin kaldırıldığı koşullarda Türkiye‘nin üreticisini ve ihracatçısını çok büyük sübvansiyonlarla destekleyen gelişmiş ülkelerin her geçen gün açık pazarı haline geldiği gerçeği de açıkça doğrulamaktadır.
Evet küçük üreticimiz her geçen gün bankalara borçlanmakta,var yoğu ipotek altına alınmakta,hızla yoksullaşmaktadır.
Bugün tarımımızdaki altyapı sorunlarının bir türlü çözülmemiş olması,tarımda küçük üreticiliğin tasfiyesine yönelik yeni üretim ilişkilerinin geliştirilmesi ,buna bağlı olarak tarımsal üretimin yeniden şekillendirilmesi,tarım ve gıda alanının iç ve dış sermayenin denetimine insafına bırakılması, dış ticaretin serbestleştirme çalışmaları,devletin her türlü destek ve yönlendirme müdahalelerinden giderek uzaklaştırılması tarım ve gıda sektörününü tam bir yıkıma sürüklemekte,ülkemiz bu alanlarda ipotek altına alınmaktadır.
Ulus ötesi sermayenin kendi çıkar ve beklentilerine göre,emirlerindeki IMF ve DB aracılığı ile dayattığı reçeteleri uygulayan,harfiyen yerine getiren AKP hükümeti,gelecekte AK değil KARA hükümet olarak yerini alacaktır.Ama iş işten geçmiş olacaktır.
Her geçen gün yoksullaşan ve işsizleştirilen,üretim süreçlerinden kopartılan milyonlarca insanımızın,nüfusumuzun her yıl bir milyon arttığıda göz önüne alındığında,geleceklerin ne olacağı sorusunun yanıtı şimdiden net olarak verilmek zorundadır.
Bugün AB sürecinin zorlanması ile birbiri ardına çıkartılan yasalar ve alt mevzuat,genel öncelikleri itibari ile küçük köylülüğü tasfiye eden,tarımdaki girdi ve çıktı piyasasının kontrolünü piyasasının koşullarına terk eden yapıları getirmektedir.
Artık ülkemiz tarım,uluslar arası sermayesi ve onun yerli uzantısı işbirlikçi sermayesi çıkar ve beklentilerine göre,baştan sona yapılandırılmakta,eşit olmayan üretim ve paylaşım ilişkilerini yaratmaktadır.
Burada kazanacak olan sermaye grupları kaybedeceklerde çok daha pahalı gıda tüketmek zorunda kalacak kentli yoksul ve işsizlerle ,emeğini karnını doyurmak için sonuna kadar zorlamaya bırakılan köylülerimiz olacaktır.
Bugün ulusal ve uluslar arası sermayesi ayrı ayrı veya ortaklıklar temelinde, dolaylı ve dolaysız yoldan,farklı şekillerde tarıma girmesiyle,tarımda üretim dolaşım ve tüketim ilişkileri yeniden şekillenmekte,tüm bu süreçlerde sermayenin egemenliği belirleyici olmaya başlamıştır.Zaten söz konusu egemenlik,tarımsal girdilerde daha önceden kurulmuş bulunmaktadır.
Artık tarım sektörü iç ve dış sermaye için yeni bir sermaye birikim alanları yada başka bir söylemle yeni rant alanı olarak görülür olmuştur.
IMF ve DB istiyor diye,tüm KİT‘ler birer birer özelleştirilmiş,çiftçi devlet ilişkisi kopartılmış çiftçiler yerli ve yabancı tarım ve gıda şirketlerine karşı korumasız, yalnız bırakılmıştır.
Şimdilerde ise uluslar arası şirketler, bizim gibi ülkelerde kamunun destekleme alımlarından devre dışı bıraktıkları ve özelleştirmeleri yaptırdıktan sonra,üreticilere sözleşmeli üreticilikle,kendileri için üretmeye koyulmuşlardır.Bugün çiftçiler piyasada doğrudan şirketlere karşı karşıya kalmışlar,ürettiği ürünün fiyatını şirketler belirlemeye başlamıştır.Şirketlerin kendi çıka ve beklentilerine göre üretim ilişkileri gelişmiştir.Bu durum,hızla küçük çiftçilerin üretim süreçlerinden kopmalarına,çiftçilerin ucuz işgücü olarak şirketlerin emrinde çalışır hale dönüştürmektedir.
Ayrıca mevcut gelişmeler, kadın emeğinin sömürüsünün her geçen gün artması şeklinde de kendini göstermektedir.
Türkiye‘de tarımın istihdamdaki payı,1997‘ kadar yüzde 43-44 düzeylerinde idi.Bu düzey ILO verilerine göre,1996 yılında dünyada tarımsal istihdamın ortalama düzeyine (yüzde 43,1)denk düşmekteydi.Türkiye‘de 28 Şubat 1997 sürecinde zorunlu eğitimin 8 yıla çıkması sonucunda bu pay 2000 yılında yüzde 36 düzeyine gerilemiştir.Tarımda ücretsiz aile işçisi sayılan 12-15 yaş arası çocukların okullu olmaları,tarımda istihdamı azaltan bir etken olarak istatistiklere girmiştir.
Daha sonraki gelişmeler ise tamamen uygulanan tarımsal programın sonuçlarıdır.2005 yılına gelindiğinde tarımsal istihdamın payı yüzde 29,5‘e gerileyerek ilk kez yüzde otuzların altına inmiştir.2006 yılında bu oran 27,3‘e 2007-2008 ortalaması olarak yaklaşık yüzde 26‘ya gerilemiştir.Her durum,bu dönemde dünya ortalamalarından kopma olduğu görülmektedir..Dünyada tarımın istihdamdaki ortalamam payı 1996‘da yüzde 43,1‘den 2006‘da yüzde 38,7‘e gerilerken,Türkiye2de yüzde 43‘ten yüzde 24‘ya doğru giden büyük bir çözülme görülmektedir.
Son çeyrek yüzyıldır uygulanan neoliberal politikalar ve 2000 ‘li yıllarla birlikte kesintisiz bir sürece giren IMF-Dünya Bankası odaklı tarım politikaları,sektörü ülkeyi doyuramayan bir noktaya sürüklemiştir.Yapılan açık-gizli özelleştirmelerle (TZDK,TİGWEM,EBK,SEK,TZB) kamunun girdi üretme ve sağlama,çıktı piyasalarını düzenleme erki yok edilmiş,tarımsal kamu yönetiminin işlevsizleştirilmesiyle örgütsüz üretici,çokuluslu şirketlerle karşı karşıya bırakılmıştır.
Tarımın gelir getirici giderek yok olduğu süreçte,küçük üreticinin yaşama tutunma gücü giderek kırılmıştır.
Tarımdaki temel sorunların çözümünü piyasalara bırakmak tarımsal yapıda kırdan kente göç şeklinde ortaya çıkan çözülmeyi daha da hızlandıracaktır.Bu da;kırdaki sorunları kentlere taşıyacak ve kentlerde yaşanmakta olan yoksulluk,gecekondulaşma ve kayıt dışı istihdam sorunlarının boyutlarını daha da büyütecektir.Çözüm ise:DTÖ ve AB üzerinden gelen dalga karşısında 2000‘li yıllarda vites büyüten teslimiyetçi tarım politikalarının bırakılıp,kendi gereksinimlerimiz ve ülkemizin özgül iklim ve toprak koşullarına göre oluşturulacak bağımsız tarım politikalarının kurgulaması ve ivedilikle uygulamaya geçilmesiyle mümkün olacaktır.
Türkiye acilen merkezi planlamacı,kamunun "piyasada" etkin rol aldığı,yatırımcı,dış bağımlılığı kıran,özelleştirmeyi reddeden,teknoloji kullanan,rekabetçi,doğal kaynakları koruyucu ve geliştirici,gıda güvenliğini temel hedef edinen bir politikaları uygulamaya koymak zorundadır.
ÖNCE İPOTEĞİ KIRMAK GEREKLİ....!!
Ülkemizin bugün içine düşürüldüğü çıkmazdan kurtuluş yolunun, sadece Batının dayattığı bazı kurumların ve onun ürettiği düşünce kalıplarını alarak ve uygulamaya geçirilmesi ile çözümleneceğini sananlardan hiç değilim.
.
Ülkemizi bu hale , insana ve emeğe saygılı, toplumsal sorumluluk duyan ne memurlar, ne karnını doyurmaya çalışan,emeğinin gerçek hakkını alamayan, gittikçe ezilen ve sömürülen işçiler , ne emeğini satacak yer bulamayan işsizler, ne de ürettiğinin çoğunu aracı tefeciye kaptıran köylüler getirdi. Zira onlar bugüne kadar ülke yönetimi ve kendileri için karar , uygulama ve denetleme süreçlerine hiç katılmadılar ki... Katmadılar ki doğrusu.
Onların sorumlulukları, sadece bu kervanın böyle gitmesinde sesiz kalmaları, yeterince tepki vermemeleri olabilir.
Esas sorumlular, sistemden beslenen, kıt demokrasi anlayışlarını ve baskıcı uygulamaları devreye sokarak, ülkemizi tek yanlı olarak uluslar arası sermayenin ve gelişmiş ülkelerin çıkarları doğrultusunda, ihanet demesek bile, büyük bir aymazlıkla, onların işbirlikçisi olarak taşeronluğunu, acenteliğini yapmaya çalışanlar ve onların uzantıları olan siyasi iktidar odaklarıdır. Zira hep onlar ülke ve halk için karar verdiler, aldıkları kararları uyguladılar. Varılan sonuç belli. Gerçi, demokrasi gereği de yaptıklarını ve yapacaklarını halka oylatarak onaylattılar. Halk, kurtuluşu sadece beğenmediği siyasi iktidarı, bir sonraki seçimde değiştirmekle buldu ama yine çark böyle dönmeye, halk ve ülke hep kaybetmeye devam etti.
Bu gün gelinen nokta belli. Üretim , yatırım ve istihdam süreçlerinden kopartılmış, iç ve dış borcu toplamı 500 milyar doları aşmış, borcun faizini kapılarını aşındırdığı uluslar arası sermayenin emrindeki IMF, DB, DTÖ, Uluslar arası finans kuruluşları ve çıkarını her koşulda sürdürmeye çalışan AB‘den almaya çalıştığı borçlarla ödemeye çalışan ve ülkenin kaynaklarını bunların çıkarına sunan, Cumhuriyetin yoktan var ettiği tesislerimizi satarak borç ödemeye çalışan bir Türkiye manzarası.
Türkiye‘yi yönettiğini sananlar Ahmet te olsa Mehmet te olsa fark etmiyor. Bu kervan böyle gittikçe, kaybedecekler de belli, kazanacaklar da... Ödedikçe artan borç karşısında kazanan Batı ve onun emrindekiler., kaybedenler ise Türkiye ve Türk insanı olacağı kesin.
Halkımıza yıllarca tek çözümmüş gibi sunulan politika ve uygulamaların iflas ettiği apaçık ortada. Üstelik söz konusu politikaları uygulayanlar ülkemizi kalkınma süreçlerinden kopartanlar, gün geldi ki halkımıza gerçek kurtarıcılar, vizyon sahibi olarak ta sunuldukları unutulmamalıdır.
Bugüne kadar halkımıza ulusal diye sürülen politikaların aslında dış kaynaklı, dışarıdan dayatılan, gelişmiş ülkelerin çıkarlarına hizmet eder oldukları artık görülmeli.
Yaşanan ve gelinen süreçte, devlet örgütlenmesinde ademi merkeziyetçilik, kamu kurum ve kuruluşlarında özerklik, kurullar yönetimi, bürokrasi+şirket+sermaye tabanlı sivil toplum örgütleri ortaklığı ile yönetim yani yönetişim, istihdamda esneklik ve sözleşmelilik ilkesi doğrultusunda, küresel sermayenin ve uzantılarının çıkarlarına uygun yapı, kurul ve kurumlar oluşturarak, yeniden yapılandırılırken, devlet giderek sosyal devlet olmaktan uzaklaşmakta, devleti küçültüyoruz söylemi adı altında, aslında dışarıya ülke kaynaklarını aktaran anlamda büyümektedir.
Artık borç veren dış odaklar, üretimin planlanmasından tutun, kamu yönetiminin örgütlenmesine uzanan tüm ulusal karar alma ve uygulama süreçlerine müdahale etmektedir.
Maalesef bugün IMF, DB, DTÖ, OECD ve AB‘liği odaklarından dayatılan uygulamalar sonucunda ulusal bağımsızlık ve egemenliğimiz üzerinde elle tutulur bir ipoteğe dönüşmüştür. Acıdır ki, bu ipoteğin sonuçları günümüzde çok yönlü olarak ortaya çıkmaktadır.
Bugün, yukarıda sözü edilen örgüt ve devletler borç alarak parayı veriyor, talimatı da arkasından bastırıyor. İşte ‘‘şu şu yasaları şu kadar sürede ( özel kurullar, şeker ve tütün yasaları, tüm özelleştirmeler v.b.) çıkaracaksın ondan sonra da yine benim istediğim yapılanman için gerekli krediyi alacaksın‘‘ diyor. Doğaldır ki borç tuzağına düşürülmüş bir ülke, her zaman borç alarak ekonomisini sürdürmeye devam ettikçe, borç verenlerden emir almaları da kaçınılmaz olarak olacaktır.
Bütçemiz artık sosyal, ekonomik altyapıyı iyileştirmeye ve büyütmeyi hedefleyen değil, uluslar arası finans çevrelerine kaynak transferinin düzenlemesinin bir aracı haline dönüşmekte olduğu iyi gözlemlenmeli.
Dışarıdan açılan kredilerin sayısı arttıkça, kredilerin geri ödenebilirliğinin garantisini almak için, kredi verenler yeni taleplerle karşımıza gelmektedir. Maalesef borçlandıkça dışarıya bağımlılığımız daha da artmakta, ulusal anlamda karar alma ve uygulama gittikçe zorlaşmakta.
Türkiye‘nin artık her yönüyle kesin kararını vermek zorunda. Yukarıda sözü edilen ve kökü dışarıda olan anlayış ve uygulamalardan vazgeçerek, ulusal çıkarları koruma ve geliştirme adına, kendi ulusal kaynaklarını kullanarak, her yönüyle üretme ve kalkınmayı hedefleyen politikaları ulusal politikaları uygulamaya sokarak çıkışı yakalayacak yada bu dayatmaların gönüllü uygulayıcısı olarak gelecekte yaşanacak yıkıntıların acısını tatmak zorunda kalacak.
Türkiye‘nin sosyo-ekonomik kalkınması için atılması gereken ilk adım, Ülkemizi dışarıya tek yanlı bağımlı hale getiren ve adeta ipoteğe dönüşen mevcut yapının ve ilişkilerin kırılmasıdır.
Zira ekonomik bağımsızlığın olmadığı yerde ne demokrasi, ne de insan hakları, ne özgürlük, ne ulusal karar alma ve uygulama, ne planlama, ne denetleme, ne de emekçi haklarından söz edilemez.
Doğrusu, bizim gibi borç tuzağına düşürülmüş ülkelerde siyasi iktidarların hala her konuda karar alma gücünün hala ellerinde olduğu görüntüsünü vermeye çalışmaları bir başka oluyor. Evet bazen varolan ilişkileri göstermemek adına halkın gündemine değişik söylemlerle değişik konularla çıkabiliyorlar ve halkı buna inandırabiliyorlar.
Öncelikle halkımızın bilincini örten perdenin kaldırılmasının önemi ve çıkışında bu noktada halkın bilinçli tepkisine bağlı olduğu öncelikle görülmelidir.
Dünyanın ezilen uluslarının dayanışma içinde olmaları ve dünyayı yaşanabilir kılmak adına olan mücadeleleri de desteklenmelidir.
30.07.2009
PLANLAMA ZORUNLULUKTUR.AMA NASIL?
Denizli‘de 29 Temmuz 2009 tarihinde,Tarımsal Üretimi Geliştirme Genel Müdürlüğü,Genel Müdür Yardımcısı Talat ŞENTÜRK tarafından,yapılan geniş katılımlı toplantıda,23.07.2009 tarih ve 27297 sayılı Resmi Gazete‘de yayımlanarak yürürlüğe giren Türkiye Tarım Havzaları Üretim ve Destekleme Modeli tanıtıldı.
Söz konusu model,bugün tarım politikalarımızı belirleyen dış ve iç etkenlerin etkilerini ve bu etkilerin gelecekte tarımımızı belirlemeye devam edeceği göz önüne alındığında,Türk Tarıma yeni ve büyük umutlar aşıladığı görüntüsü altında, içinde birçok belirsizlikleri,birçok soru işaretlerini barındırmaktadır.
Konuyu bilenlerce,kimse planlama kavramına karşı çıkmaz.Ama planlama,ülkemiz gerçeklerine uygun,üreticimizi ve dolayısıyla tüm insanlarımızın çıkar ve beklentilerine,bugün ve gelecekte yanıt vermelidir.Mevcut potansiyelimizi doğru kullanan ve kurgulayan,yeterli desteklerle beslenen,uygulanabilir ve sürdürülebilir olmalı.
Söz konusu model,2010 yılında belirlenen 16 çeşit ürün için,uygulamaya geçecektir.Belirlenen havza bazında,ne kadar ve nasıl destekleneceği belirtilmeyen bu modelde,her zaman ihracatın da avantajlı olduğumuz yaş sebze ve meyveler yoktur.Yine şeker pancarı,tütün ve yem bitkileri yoktur.
Sormak gerekir.Destekleneceği belirtilen söz konusu 16 ürün ülkemizin,ihtiyacı ve ihracat talebi dikkate alınarak üretim planlaması yapılacağı,arz açığı olan ürünlere daha çok destek verileceği,üretim fazlası olan ürünlerin ise desteklenmeyeceği belirtilen bu modelde neye göre seçildi?
Bilinmelidir ki ülkemizde yaklaşık 150 çeşit tarımsal ürün yetiştiriciliği yapılmaktadır.
Yine sormak gerekir ki bu modelin uygulanması için bütçeden daha fazla kaynak aktarılacak mı?Model hayata geçtiğinde,sözü edilen desteklemeler,gerek havza bazında,gerekse üreticiler arasında adaletsizliklere neden olmayacak mı?Söz konusu desteklerin üründe çeşit özelliğine mi,ekilen alan başınamı yada ürün rekoltesine mi göre verileceği modelde açıklanmamıştır.Peki bu durum bölgeler ve hatta havzalar bazında adaletsizliklere neden olmayacak mı?
Yine havzaların kendine özgü tarımsal alt yapı sorunları(toplulaştırma,sulama,ulaşım v.b)dikkate alındığında,adetli bir şekilde uygulanabilecek mi?
Bugünkü üretim koşullarında,nerdeyse tüm girdilerde dışa bağımlılığımız,her geçen gün tarımda artan şirketleşme olgusu,yine zaten çok yetersiz olan desteklerin söz konusu şirketlere gittiği,bu koşullarda küçük üreticinin üretim süreçlerinden koparak tasfiyesi yaşanırken,devletin tüm müdahale kuruluşları elden çıkarılması sonucu özellikle küçük üreticilerin,serbest piyasa koşullarında tüccarın,tefecinin insafına terk edilmesi,yine her geçen gün halkımızın temel besinlerinde kendimize yeterlilikten uzaklaşarak dışa bağımlı oluşumuz gibi daha birçok sorunların varlığında,söz konusu model çözüm olabilecek mi?AB süreci modelin işleyişine müdahaleleri söz konusu olabilir mi?
Yine söz konusu model,üreticilerin ürettiklerini kime,nasıl ve kaça satacakları konusunda,tarımsal pazarlama,tarımda yaratılan katma değerin yine tarımda kalması noktasında hiç söz etmemekte?Niye üreticilerin kendi öz ve demokratik örgütlenmelerinin desteklemesi modelde sözü geçmiyor?
Ayrıca,tüm bazında değil de, belli havzalarda belli bir geçiş süresi sonucunda ki değerlendirmelere göre uygulamaya konulamazmıydı?Hemen uygulamaya geçilmesinin olası olumsuzlukları göz önüne bu modelde alınmış mı?
İleride dış ticaretin daha serbestleşmesi,gümrük duvarlarının kaldırılaması sonucu daha ucuz olduğu gerekçesiyle yada dış dayatmalarla tarımsal ürün dış alımları karşısında model hiçbir şey söylememektedir.Yine yabancı şirketlerin ülkemizde tarımsal üretimlerinin gerçekleşmesi durumunda söz konusu destekleme modeli kime nasıl hizmet edecektir?
Evet modelle ilgili sorunları arttırmak mümkündür.
Evet planlama zorunluluktur.Olmazsa olmazdır.Ama plan nasıl kim için ve neden diye sormak ve doğru cevaplarını vermek zorundadır.Kimin kazanıp kimin kaybedeceği,ve gelişmeler karşısında sürdürülebilirliğinin de sorgulanması gerekir.
Aslında ülkemiz gerçeklerine uygun,ulusal bir planlamanın bundan çok seneler önce yapılması gerekirdi.Ama neden yapılıpta uygulanmadı?Ya da uygulatılmadı sorularının yanıtı doğru verilmeli.
Evet adı geçen model,çok güzel şeylerden sözetmekte.Modele toptan karşı yada toptan destekçi olmak,model tümüyle neden ve sonuçları ile,ayrıca bugünkü egemen üretim ilişkileri de dikkate alındığında söz konusu olmamalıdır. Ama en azından böylesi umutlar vaat eden modeli,hayata geçtiğinde,siyasi iktidarın varolan desteklerini daha da kesmesine vesile olup olmayacağı konusunda da ciddi kaygılar taşımaktayım.
Gerçi model,birçok taraflara danışılarak üç yılda tamamlandığı belirtilmesine karşılık doğrusu benim niçin daha birkaç gün önce haberim oldu?
Kamuoyuna çözüm diye büyük umutlarla açıklanan içinde mutlaka doğru yanıtlanması gereken soruları içeren,birçok eksiklikleri barındıran bu modelin uygulanabileceğinden bile ciddi kaygılar taşımaktayım.Hele hele makroekonomik dengesi bozulmuş dışa sürekli kaynak aktaran,tek yanlı ipoteğe dönüşmüş,ekonomisini yatırım ,üretim ,istihdam süreçlerinden uzaklaştırılmış,istese de tarıma kaynak aktaramayan bugünkü ülkemiz koşullarında bu modelin gelecekte nasıl veya ne kadar uygulanabileceği de çok tartışılmalıdır.
26.06.2009
DENİZLİ TARIM SEKTÖRÜ
İlimiz Denizli de , tarımsal amaçlı kullanılan arazi yaklaşık 377 bin hektar olup, bu da tüm arazi varlığının %32‘ sini oluşturmaktadır. Bugün için bu alanın %79.1‘inde tarla ürünleri, %12.2‘sinde bağ, %3.7‘sinde sebze, %0.9‘unda zeytin, başta elma, kiraz, şeftali ve nar olmak üzere %4.1‘inde meyve yetiştiriciliği yapılmaktadır.
Yine son bir yıl içinde 215 dekar alanda jeotermal ısıtmalı sera kurulmuş; 983 dekar saha da organize sera bölgesi ilan edilmiş olup, altyapı çalışmaları hızla devam etmektedir.
Yukarıda verilen bu rakamlar da, üretici ekim kararını o yılki ürün fiyatlarına ve desteklemelerine göre verdiğinden, üretimde, tüm ülkemiz genelinde olduğu gibi, ilimizde de dalgalanmalara neden olmaktadır. Artık ülkemizde bilindiği gibi, ürün fiyatlarının belirlenmesinde devletin rolü bulunmamakta, dünya fiyatları ve o yılki üretime göre piyasa koşullarında belirlenmektedir.
Ancak ülke genelinde olduğu gibi başta Avrupa Birliği ve gelişmiş ülkelerin emrindeki Dünya ticaret Örgütü,Dünya Bankası ve Uluslar arası Para Fonunca dayatılan ve yönlendirilen,gelişmiş ülkelerin çıkar ve beklentilerine göre oluşturulan politikalar,ülkemiz tarımını olduğu gibi,Denizli tarımını da her yönüyle belirlemektedir.Bugün ülkemizin ve Denizlili çiftçilerin ve köylülerimizin yaşadığı acı sıkıntıların kaynağı,mevcut hükümetlerin adeta gönüllü olarak benimseyip ve uyguladıkları bu politikalarda yatmaktadır.
Bugün tüm Türkiye‘de olduğu gibi Denizlide de üreticilerimiz hangi ürünü ne kadar ekeceğini,bunu kime,nasıl bir kaça satacağını bilmemektedir.
Yine yaygın üretici örgütsüzlüğü veya var olanların güçsüzlüğü,desteklerin olamaması,devletin planlama ve yönlendirme anlayışından uzak oluşu,tarımda yaratılan katma değerin değişik yol ve yöntemlerle tarım dışına transfer edilmesi,sermaye yetersizliği,devletin mevcut fiyat ve destek politikaları,yeterince bilim ve teknolojisinin devreye sokulmaması küçük ve çok parçalı tarımsal yapı,büyük pazarlama sorunları,tarımsal sanayinin gelişmemiş olması ve benzeri sorunlar ve uygulanan politikalar Denizli tarımını her geçen gün yıkıma sürüklemektedir
Denizlimizde değişik tür ve farklı yetiştirme koşullarına sahip meyve dikimi hızla artmaktadır.ancak tarımımızdaki var olan temel sorunlar,gelecekte bu ürünlerin geleceğini belirsiz kılmaktadır.Özellikle,bugün üreticilerimizin ürettikleri meyveler çok düşük fiyatlarla pazarlanabilmekte,üreticimizde burada da hayal kırıklığına uğramaya devam etmektedir.Oysa AB‘ye karşı gelecekte en avantajlı olacağına inandığımız meyve ve sebze üreticilerimizin kesinlikle desteklenmesi ve bu anlayışla yönlendirilmesi bir zorunluluktur.Bu konuda bırakın devletin var olan desteklerini kesmesini,var olan destek miktarını ve çeşitlerini arttırmak zorundadır.
Uzun zamandır askıda olan Aydın-Denizli otoban yolunun,bugünlerde tekrar gündeme gelmiş ve çalışmaları başlamış bulunmaktadır. Sanki ülkemizin tek öncelikli eksiği bu otobanmış gibi.
Bugün Avrupa ülkeleri başta olmak üzere birçok ülke böylesine otoban yol yapımlarından vazgeçmişlerdir.
Sadece Sarayköy-Kaklık arasında en az 3000 dekar olan sulu ve muthak tarım alanı bu yol yapımı ile amaç dışı kullanıma açılacaktır.Üzerinde en verişli şekilde her türlü ürünün yetiştirildiği bu alanın bu şekilde amacı dışında kullanıma açılması tam bir çevre katliamıdır.Bir ülkenin kendi kendine intiharı demektir..Gelecek kuşaklara ihanettir.Hele küresel ısınmaya ve buna bağlı iklim değişikliklerinin gelecekteki olası olumsuz etkileri göz önüne alınırsa,böylesine bir daha geri dönüşü olmayacak olan bu uygulama tam bir facia olacaktır.
Henüz vakit varken birilerine rant yaratmak adına bu uygulamadan derhal vazgeçilmelidir.Hiç olmazsa alternatif bir güzergahtan geçmesi sağlanmalıdır.
Gelecekte su ve gıda savaşları yaşanılacağı apaçık ortada iken,B.Menderes havzasının su ve toprak kaynaklarının yok olması yanında ve yaratacağı çevre kirliliği ile de tam bir katliam yaratacak olan bu uygulamaya karşı,başta tüm siyasiler,milletvekillerimiz,tüm üreticilerimiz kısaca ülkesine ve gelecek kuşaklara saygı ve sorumluluk duyan tüm insanlarımız karşı çıkmalıdır.Zira yarın,ileride yaşanacak olumsuzluklar için çok geç olacaktır.
Biz Denizli Ziraat Mühendisleri Odaları olarak,alternatifi ve gerekliliği tartışılmayan,ekonomik olmayan, ülkemizin öncelikle çıkarlarıyla örtüşmeyen bu uygulamaya bin kere hayır diyoruz ve karşı çıkıyoruz.
Zaten Büyük Menderes Havzasının su ve toprak kaynakları Uşak,Denizli ve Aydın illerinin sanayi ve evsel atıkları ile kirlenmiş bulunmaktadır.Hala hazırda da kirlenmeye devam etmektedir.
Bugün için izlenen politikalar, başta ABD ve AB‘nin elindeki fazla damızlık ineklerinin ,ülkemize pazarlanmasının önünü açmaktadır.Ki ilimiz Acıpayam ilçesindeki Devlet Üretme Çiftliğini alan şirket, geçen aylarda ABD‘den bini aşkın gebe düve dışalımı gerçekleştirmiştir.Oysa bizim damızlık düve gereksinimlerimizi yerli damızlık hayvan yetiştiricileri birlikleri kolaylıkla karşılayabilirlerdi.Doğrusu gerek ülkemiz, gerekse ilimiz için en uygun süt inekçiliği ,yerli damızlıklarımızla oluşturacağımız en fazla 40-50 başlık aile tipi kooperatiflerle yapılacak olandır.Bu aradada süt işletmeleri her geçen gün tekelleşmekte. Ülkemiz için olmazsa olmaz olan, küçükbaş hayvan yetiştiriciliği desteklenmemekte, ülkemizin bu gerçeği de göz ardı edilmektedir.
İlimiz pamukçuluğunda son yıllarda tam bir yıkım yaşanmakta.Pamuk satış fiyatları üretim maliyetlerini dahi karşılayamamakta,üretici her geçen yıl pamuk üretiminden vazgeçerek ,diğer ürünlere kontrolsüz şekilde yönelmektedir.
Tekelin alkol bölümünün özelleştirmesiyle , üzüm ve anason üreticilerinin yaşadığı sıkıntıların, bundan böyle tütün bölümününde tamamen satılması sonucu, aynı şekilde tütün üreticilerininde yaşayacakları bir gerçektir.Bugün Tekel‘in satılmasının, neye ve kime hizmet edeceği bellidir.Tıpkı devletin süt,gübre,et,yem gibi alanlardaki özelleştirmeler sonuçlarında yaşanan yıkıntıların bugünkü yansımalarında olduğu gibi.
Tüm ülkemizin diğer illerinde olduğu gibi, ilimizde de tarım ve kırsalın tüm sorunlarını,bugüne kadar uygulama gelen politikalardan soyutlayarak,değerlendirmek olası değildir.Tarımda ülkemiz genelinde yaşanan yıkıntı ve yeniden biçimlendirme hep aynı temel nedenlere dayanmakta ve de kaçınılmaz sonuçları ülkemizin genelinde,tüm yaşamsal alanlarımızda ortaya çıkmaktadır
İlimizde tarım, bu süreçlerde kontrolsüz, planlamadan uzak yeniden yapılanmaya devam etmekte. Tekstildeki yaşanmakta olan krize bağlı,,tekstilden umudunu kesen sanayici;umudunu tarıma bağlamış görünmekte. Bu anlamda, başta meyvecilik, seracılık ve hayvancılığa yönelmiştir.Denizli tarımına böylesi sermaye girişleri , bir bakıma doğru gözükse de,bir yandan küçük üreticimiz üretim süreçlerinden hızla kopması,diğer yandan tarımda böylesi şirketleşmelerin sonuçlarının doğru değerlendirilmesi de yukarıda belirtilen nedenlerden dolayı bir zorunluluktur.Bugün baktığımızda üreticilerimizin geniş örgütsüzlüğü ve de mevcutların işlevsizliği göz önüne alındığında, ürün fiyatlarının belirlenmesinde hiçbir etkileri maalesef bulunmaktadır.Başta mazot,gübre, ilaç,yem,elektrik ve su olmak üzere tüm tarımsal girdi fiyatlarında %80-180 ‘leri aşan zamlar,diğer yandan bundan 4-5 yılın öncesinin ürün fiyatları, başta küçük üreticiler olmak üzere üreticilerin üretime devam etme nedenlerini ortadan kaldırmaktadır.
Aslında bu şekilde ,AB‘nin ülkemizden istedikleri de sessizce gerçekleşmekte.Dolayısıyla da kırsal kesimindeki istihdam ve üretimde düşmede beraberinde gelmektedir.
İlimizdeki nar yetiştirilmesi, son yıllarda hızla artmış,artmaya da devam etmekte.Bugün için Türkiye nar üretimimizin en az %10 ilimizden gerçekleşmekte.Nar üretimi bugün için karlı olsada önümüzdeki süreçlerin neler getireceği belli değildir.Özellikle narın, çeşitli şekillerde işlenerek, daha fazla katma değer yaratılarak satılmasında, büyük yarar vardır.
Siyasi iktidar 2006 yılında çıkardığı 5488 Sayılı Tarım ,Kanunu ile tarıma aktarılacak kaynağın GSMH‘nın %1 ‘inden az alamayacağını taahhüt etmişti
2002 yılında bu oran %0,65 iken,2009 yılı bütçesinde bu rakam başlangıçta %0,49 idi.Ancak daha sonra IMF‘nın isteği doğrultusunda bu rakam %0,44 indirildi.Buda rakam olarak ta 4.95milyar TL.
Eğer Tarım Kanunu‘nun hükümlerine uyulsaydı;bu rakamın 2009 yılı bütçesinde en az 11 milyar TL olması gerekiyordu.Ki bu rakam bile tarımımızın alt yapı sorunlarının çözülebilmesi ve uluslar arası rekabet edilebilirliğinin sağlanması için yeterli olmayıp,en az bütçenin %2 ‘inden az olmaması lazım gelirdi.Bu yaklaşımlar bu rakamda 22 milyar TL olmalıydı.Göz göre göre yasa ihlali var.Yasalara uygulamak,yasaya aykırı hareket etmek bildiğimiz kadarıyla suç teşkil ediyor.Peki bu yasaya aykırı hareket etmek suç teşkil etmiyormu?Bunun cezası yokmu?
Konunun bir başka yönü ise tarımsal desteklerin,çiftçi alacaklarının zamanında ödenmemesi,Çiftçi bankadan aldığı kredi borcunu ,faizini ödemediği zaman hemen olağanüstü faiz işletiliyor ve yasal işlem başlatılarak cezalandırılıyor.Fakat çiftçinin alacaklarına gelince zamanında ödeme yapılmadığı için,gecikmelerden dolayı ek bir ödeme yapılmıyor.Yani çifçinin borcuna faiz işliyor ama alacağına işlemiyor.Tam bir keyfi durum söz konusu.
Hükümet kendi çıkardığı yasa hükümlerine bile uymamış,üreticilerimizin2009 yılı için yaklaşık 6 milyar TL‘ni resmen gasp etmiştir.
1980‘de nüfusumuz 44 milyon.Bugün 72 milyon.Aradan geçen 28 yılda artan nüfusta 28 milyon.Her yıl nüfusumuz yaklaşık 1 milyon artmış.Bugünkü artış hızıyla nüfusumuzun yakın gelecekte 100 milyon olması ve de daha sonrada bu düzeyde seyretmesi beklenmekte.Yaklaşık 30 milyon insanımızı gelecekte beslemek zorunda kalacağız.
Tarımın halihazırda ulusal gelire katkısı %11,istihdama katkısı da her geçen gün azalarak %27‘ler düzeyinde.TÜİK verilerine göre bugün tarımda 6 milyon 375 bin kişi çalışıyor.Bu nüfusun %88.2‘nin hiçbir sağlık güvenceleri yok.122 bin kişi de mevsimlik işçi.
Her yıl yaklaşık 800-900 bin kişi tarımda üretim süreçlerinden kopup,kent varoşlarına yerleşmekte.Bunların büyük kısmı,artan girdi fiyatları nedeni ile kazanamayan küçük çiftçiler.
.
Bugün AKP iktidarı,sadece mazota uyguladığı yüksek KDV ile tarıma ayırdığı kaynağı tekrar geri almaktadır.
Tekel‘in alkol bölümü yabancı BAT şirketine 2.5 yıllık karı karşılığı satıldı.Şimdi sırada TİGEM‘lerin ve satılmayan Şeker Fabrikaları var.Yine meclis gündeminde 2B arazilerinin satışı var.Daha sonraları akarsularımızın özelleştirilmesi gündeme gelecek.
Tüm özelleştirmelerden elde edilecek gelirinde zira hükümetin,bütçe açıklarını kapatmasında kullanılacağı açıklanmakta.
Bugün AB ‘i varolan bütçesinin yarısını tarıma destek olarak veriyor.Yine ABD‘de 25 bin pamuk üreticisine 3.5 milyar dolar destek aktarıyor.Ve de bırakın varolan destekleri kesmeyi, üstelik hergeçen yıl arttırıyorlar.Çünkü geleceğin en önemli sektörlerin tarım ve gıda olacağını biliyorlar.Bize söyledikleri ise "size gerekenleri biz üretiriz,sizde bizden alırsınız"olmaktadır..
Bugün bankaların neredeyse yarısından fazlası yabancıların eline geçmiştir.Ve de üreticiye kredi verme yarışındalar.Her geçen gün üreticimiz daha da borçlanmakta.Üreticilerimizin üretim araçları ve toprakları her geçen gün ipotek altına alınmakta,tefecilik her geçen gün artmaktadır.
Yine her geçen günde bankalar icra takibi yapmakta.Öyle görünüyor ki,tarım topraklarımız bu şekilde yabancıların eline geçmesi kaçınılmaz olacak
2008 yılı sonu itibari ile tarımdaki dış ticaret açığımız 3 milyar TL civarında olmuştur.Bu dışarıya sattığımız tarım ürünleri tutarıdan 3 milyar TL daha fazla tarım ürünü aldığımızı göstermektedir.
Yine 2009 yılı bütçe ödeneklerinden 57.5 milyar TL faiz giderleri olarak ayrılmıştır Bu ülkemizin,bir ayda ödediği faiz iç borcu tutarını,ülkemizin nüfusunun %27‘nin yaşadığı tarım kesimi için bir yılda ancak ayırdığını göstermektedir.Başka bir deyişle Türk Tarımına 2009 yılı için,bir ayda ödediğimiz iç borç faizi kadar kaynak ayrılmıştır.
Ayrılan kaynak miktarı,AKP hükümetinin Tarımı gözden çıkardığını göstermektedir
Önümüzdeki süreçlerde ülkemizde en acımasız şekilde yaşayacağımız küresel kapitalizmin bugünkü krizine karşı tarım ve hayvancılık sektörleri gibi halkımıza aş ve istihdam sağlayan sektörlere,bırakın varolan desteklerin kesilmesini,yukarı da da belirttiğimiz gibi,hergeçen gün yoksullaşan ve bu gidişle de daha da yoksullaşacak olan insanlarımızın gıda güvenliğimiz sağlanması için desteklerin arttırılması bir zorunluluktur.
Özetle 2009 yılı bütçesi yatırım,üretim ve istihdamı hedeflemeyen,borç faizi ödeme bütçesidir.
Uzmanlar, 2009 yılında krizin derinleşeceğini ifade ederek "2009 bütçesi daha adil, daha sosyal bir bütçe olmalı" görüşünde birleşmektedirler. Oysa, Hükümetin bütçeyi hazırlarken sermaye gruplarının işini kolaylaştırmayı hedeflediği, diğer kesimleri hesaba katmadığı görülmektedir.
Başbakan Erdoğan dünyada yaşanan ekonomik krizin Türkiye‘yi etkilemeyeceği konusunda sık sık açıklamalarda bulunuyor ve "Kriz bizi teğet geçecek, krizden Türkiye karlı çıkacak, Hamdolsun iyiyiz" diyor.
Ekonomik kriz Türkiye‘yi teğet mi geçiyor?
Ekonomik kriz Türkiye‘yi teğet mi geçiyor? Bir bakalım;
• Ekonominin lokomotifi olan inşaat, tekstil ve otomotiv gibi sektörler zor durumda. Sanayi üretimi son 7 yılın en kötü göstergelerine sahip.
• Tarım sektörü can çekişiyor. Küçük ve orta ölçekli işletmeler kendi varlıklarını sürdürmek için çaresiz üretimlerini sürdürebiliyorlar. Türkiye, açık tarım ürünleri ithalatçısı bir ülke durumuna geldi.
En az 20 milyon insanımız 20 doların altında bir parayla karnını doyurmaya çalışıyor.İşsizlik çığ gibi büyüyor.1999 da 9 milyon olan tarımda ki istihdam,bu yıl 5,6 milyona düştü.Bu kadar insan,şehirlerin varoşlarına yığıldı ve yoksullaştırılıp bağımlılaştırılarak,her türlü istisnalara açık AKP‘nin yeni bir siyaset projesi haline dönüştürüldü.
• Türkiye‘nin dış borçları, 2002 yılına göre ikiye katlandı. Yetkililer bu rakamın 220 milyardan 500 milyar dolara yükseldiğini belirtiyorlar.
• Dış borçlarının ödenmesini garanti altına almak isteyen Uluslararası Para Fonu (IMF), Osmanlı Devleti dönemindeki gibi Ekonomik Üst Kurulu öneriyor. Başına yabancıları getirecekmiş.
• Yaratılan yoksullukla mücadele için yeni iş olanakları yaratma yerine, kömür, erzak hatta dayanıklı ev eşyası yardımları, sosyal devlet adına yapılıyor. Sadaka kültürü toplumda egemen oldu.
• Yabancıların ve işbirlikçilerin denetiminde olan medya, evlendirme, para kazandırma, yemek hazırlama ve diğer yarışma programlarıyla insanlarımızı uyutma görevini yapıyor.
Kısaca, Başbakan Erdoğan‘ın açıklamalarının aksine ekonomik kriz, Türkiye‘ye teğet geçmiyor, delip geçiyor.
Bugün AB ile yapılan anlaşmalar,tıpkı 1980 den itibaren IMF ve DB‘nın isteklerinde olduğu gibi harfiyen yerine getirilmekte,üstelik tarımımızı ve ekonomimizi çökertmek pahasına,halen de sürdürülmeye devam edilmektedir.Bu politikaların ülkemizi getirdiği nokta tüm çıplaklığı ile bellidir.Eğer bu politikalara devam edilirse,götüreceği noktada tam bir yıkım ve sömürgeleşme olacaktır.Bir ülkeye ihanet, daha nasıl yapılır doğrusu bilemiyorum.
Bir ülkenin makro ekonomik dengeleri bozuksa,yatırım ve üretim süreçlerinden kopartılmışsa,ekonomisi iç ve dış borç batağına saplanmış ve ekonomisi sürekli ödedikçe artan bor faiz ödemelerine göre kurgulanılıyosa,her türlü krizlere karşı kırılgan bir yapıda ise,borç faizi ödeme adına Cumhuriyetimizin yoktan var ettiği en karlı KİT lerimizi adeta peşkeş çekercesine elden çıkarmak zorunda kalıyorsa,küresel sermayenin kendi çıkar ve beklentilerine göre bizlere dayattığı politikaları harfiyen yerine getirmek zorunda kalıyorsa bugün için diğer sektörlerde olduğu gibi istesede tarıma kaynak aktaramaz.Sıcak para girişine ve rant ekonomisine dayalı bugünkü ekonomimizin çökmesi kaçınılmazdır.Ayrıca unutulmamalıdır ki ekonomik bağımsızlılığı olmayan bir ülkenin, siyasi bağımsızlılığından da söz edilemez.Artık bu ülkede icazetli kurtarıcılar aramak yerine,başta üreticilerimiz olmak üzere tüm halkımız kendi öz gücüne güvenerek,kısa vadeli çıkar ve beklentileri yerine değil,geleceğini karartmamak adına,zamanında ve yerinde,bilinçli ve örgütlü temel bir duruş sergilemek ve tepki vermek zorundadır.
Artık bu oyunun hep böyle oynanmaması, kervanın hep böyle gitmemesi için mutlaka bu tek yanlı ipoteğe dönüşmüş politikalardan vazgeçilerek, mutlaka ülkemiz çıkarları adına, ülkemizin kaynaklarını yatırım, üretim ve istihdamı hedefleyen bir anlayışla harekete geçiren, ulusal tarım politikalarının uygulanması zorunluluktur. Bunun içinde ulusal iktidarlara ve onun arkasında halk desteğine gereksinim vardır.,Oynanan bu oyunda her zaman kazananlar, bu oyunun kurallarını koyan ve bizim gibi ülkelere bu oyunu oynamayı dayatan bir avuç küresel sermaye ile bundan nemalanmaya çalışan yerli uzantıları olmaktadır. Ve de bu oyun böyle sürdükçe, her zaman kaybedecek olan, geniş halk kesimleri olacaktır.
İbrahim GÜR
TMMOB Ziraat Müh. Odası
Denizli Şube Başkanı