TARIMLA İLGİLİ RAPORLAR

DENİZLİ
20.02.2009

Şubemizden il/ilçe ziraat odaları ve bazı siyasi parti il teşkilatlarınca istenen tarımla ilgili raporlar, Şube Başkanımızca hazırlanarak kendilerine iletildi.

 

Ayrıca söz konusu raporlar ve TMMOB‘in Nasıl Bir Kent, Nasıl Bir Yerel Yönetim? başlıklı önerileryle birlikte televizyonlara iletilerek, kamuoyuna aktarılması sağlandı. Raporların bazıları aşağıda sunulmuştur. 

AKP İKTİDARI VE ÜLKEMİZ HAYVANCILIĞI

   Bugün ülkemizde,dünyadaki gelişmeler karşısında,ülkemiz koşullarına yada ülkemiz gerçeğine uygun,ulusal bir hayvancılık politikası izlenmemektedir.

   Ülkemiz de izlenen politika,ABD ve AB‘nin elinde üretim fazlası damızlık hayvanlarının dış alımına olanak tanıyan,bu amaçla da kendi ülke gerçeğine uygun olmayan desteklemeler ve anlayışlar şeklindedir.

   Zira bugün ülkemiz kendine  uygun damızlık kültür ırkı yetiştiriciliğini desteklemeyen bir tutum ve anlayış söz konusudur.

    Geçmişte ithalatla ülkemize getirilen yaklaşık 280 bin damızlık hayvanın,temel altyapı sorunları çözülmediğinden,bu anlayışın sürdürebilirliğinin olanağı bulunmadığından,kasaplara gönderilerek,kesilip yenildi.Bugün yine aynı yanlışlıklar maalesef göz  göre  göre yapılmak istenmektedir.

    Türkiye, öncelikle kendi insanının gereksinimi olan et ve süt üretimini,kendi koşullarına uygun,kendi damızlık hayvancılık yetiştiriciliğini geliştirmek ve  desteklemekle karşılamak zorundadır.

    Bu anlamda, kendi yapısal sorunlarını da çözmek noktasında politika izlemelidir .Maalesef izlenen politikalar ABD ve AB‘nin damızlık hayvan yetiştiricilerine hizmet etmekten başka bir şey değildir.Bu politikaların geçmişte yaşandığı gibi, sürdürülebilirliği de yoktur.

    Şu unutulmamalı ki Türkiye‘nin küçükbaş hayvan üretimi dışında AB ve ABD ile rekabet etme şansı, bugünkü gelişmeler karşısında yoktur.

     Rekabet şansımız olan başta koyun eti ve sütü olmak üzere,kendi potansiyelini  harekete geçiren,destekleyen,halkının temel protein ve süt kaynağı olan ,yine kendi ekolojisine  uygun  küçükbaş hayvan yetiştiriciliğini bu alanda temel almalıdır.Yine bu amaca uygun bilim ve teknolojiyi devreye koyarak,üretici örgütlenmesini sağlamak zorundadır.Ayrıca ulusal ıslah programlarını da hayata geçirmek zorundadır.

     Ayrıca Türkiye için uygun olan 40-50 başlık, aile tipi kooperatifçilik yapılandırılmasına da yanan yetiştiricilik esas alınmalıdır.

     Türkiye için dev sığırcılık işletmeleri uygun değildir.Bu amaca hizmet edecek olan gebe düve ithalatından da derhal vazgeçilmelidir.Aksi taktirde zaten zor durumunda olan küçük ve orta ölçekli işletmelerin kapanması kaçınılmaz olacaktır.

     Yine gebe düve ithalatı aynı zamanda BSE(Deli Dana Hastalığı)açısından bulaşık olma olasılığının yüksekliğinden, gerek ülke hayvancılığımızın geleceği ve gerekse ülkemiz insanının sağlığı açısından büyük riskler içermektedir.Hatta ileride bu açıdan ithal edilen tüm hayvanların öldürülmesi bile olasıdır.Bunları çok yakın geçmişte, başta AB olmak üzere birçok ülkede yaşadık.

      İthal edilecek hayvanlar,genç düve alacağından da,BSE‘nin varlığı tespit edilemeyecektir.Bu hastalık belirtileri sığırlarda en erken 20 ayda doğumdan sonra ortaya çıkıyor.Zaten hastalığın kuluçka dönemi de çok uzun,en az 5-6 yıl gibi.

     Sonuç olarak,AB ve ABD‘nin açık pazarı alınmamak için,hayvancılığımızın ve dolayısıyla insanlarımızın geleceğini karartmamak için,halkımızın yeterli,dengeli ve sağlıklı et ve süt gereksinimi için derhal gebe düve ithalatından vazgeçilmelidir.Bir avuç insanın rant elde etme anlayışına hizmet eden bu uygulamalardan vazgeçilmelidir.Zira yarın çok geç olacaktır.Siyasi iktidar yüzünü,bu ülkenin gerçeğine çevirmelidir.

AKP VE ORTADOĞU POLİTİKASI

Bugün dünya ekonomisini elinde tutan ve yönlendiren ülkelerin en temel yaşam kaynağı olan enerjinin (petrolün)%70 i Ortadoğu‘da bulunmaktadır.

            ABD‘nin sadece Ortadoğu değilde,"Büyük Ortadoğu"denmesinin arkasında acaba ne var?Kastettiği petrol ve doğal gazın bulunduğu ülkeler;Yani Cezayir‘den Ortadoğu‘ya Kafkaslardan Orta Asya‘ya kadar olan ülkelerdir.Bu bölgenin içinde ülkemiz Türkiye ve Kıbrıs ta var.

            Evet,bugün ABD‘nin bu bölgelerde zira demokrasi ve barışı getirmek adına ortaya koyduğu projenin adıda:Büyük Ortadoğu Projesi:Kısaca BOP.

            Bu projenin ilk adımları da Afganistan ve Irak İşgalleri ile atılmıştır.Şimdi sırada Filistin var.

            Bugün Afganistan ve Irak‘ta yaşamlara baktığımızda,ABD‘nin getirdikleri tüm çıplaklığı ile ortada.Tam bir işgal,bu ülkelerin kaynaklarına el koyma,işkence,katliam,ölüm olmuştur.Yine halkların parçalanmışlığı,işbirlikçi siyasi iktidarlar ve sözde aydınlar,tam olarak el koymuş ekonomiler,beyinleri körleştirilmiş geniş halk kesimleri v.b.

            Aslında tüm bu olup bitenleri doğru görmek ve sorgulamak içinde öyle siyaset bilimcisi,stratejisi veya jeopolitik uzmanı olmaya gerekte yok.Kısaca BOB için,ABD‘nin söz konusu bölgelerdeki kaynakları ele geçirme projesidir denilebilir.Ayrıca projenin hayata geçirilmesinde de,her yol ve yöntemin uygulanması da ABD mübah görmektedir.

            Bugün ABD‘nin BOP‘si içinde ülkemize,en uygun gördüğü modelde "Ilımlı İslam Devleti"Modeli  yada "Ilımlı İslam Demokrasisi"

            Nedir Ilımlı İslam Devleti‘nin özü?

         ABD‘nin çıkarlarına hizmet eden,ses çıkarmayan,yaptıklarını meşru gören,kendi çıkar ve beklentilerine yabancılaştırılmış,sorgulamayan;ABD‘nin yaptığı yada yaptırdığı her türlü yağmaya,katliamlara ses çıkamayan,her türlü sömürüye karşı çıkmayan,koşullandırılmış,parçalanmış halklar,etnik milliyetçilik ve dini kavramlar içinde boğuşan toplumsal v.b.yapılar kurmaktır.Bu çarkın böle gitmesine,çarkın böle dönmesine hizmet eden,işbirlikçi siyasi iktidarlar oluşturmaktadır.

            Söz konusu BOP içinde,ülkemiz başbakanına yukarıda belirtilen dışında ayrıca başka bir rol verilmiştir.Verilen rol;BOP‘nin bölgede eşgüdüm başkanlığı.

            Bugünde sayın başkanımız,kendisine verilen görev gereği zira,ABD‘nin bölgede eli silahlı maşası İsrail‘in Filistine karşı başlattığı insanlık dışı katliam ve işgaline karşı barış girişimlerinde bulunmuştur.Bu nedenle de bölge‘deki ülkeleri ziyaret etmiştir.

            Doğrusu ABD‘nin bölgede kendisinin istemediği,istese bile kendi koşullarının dışında kalıcı bir barışın kurulması da söz konusu değildir.Görünüşte barış güvercini rolünü oynayan sayın başbakan da bu gerçeğin farkındadır.Yaptığı girişimlerin bir işe yaramayacağını kendiside bilmektedir.Ama kendi halkına karşı görünüşte durumu kurtarmak adına da bunu yapmak zorundaydı.Zira bugüne kadar kendi halklarına yapılan işkence,işgal ve katliamlara karşı şimdiye kadar gıklarını dahi çıkarmayan bölgedeki siyasi iktidarların,bölgedeki elitlerin tutumu bunu doğrulamaktadır.

            Ayrıca sayın başbakanın yapılagelen işgal ve katliamların sorumlusu olan ABD‘yi bugüne kadar kınadığı yada karşı çıktığı da görülmemiştir.Eğer başbakan barışın gerçekleştirilmesini istiyorsa,önce ABD‘yi kınamalı,onun çıkarlarına hizmet eden BOP‘un

eşgüdüm başkanlığından derhal istifa etmeli,uygulamaya koyduğu ılımlı İslam demokrasi modelinden de vazgeçilmelidir.  Aksi takdirde bugün yaptıklarının hiçte inandırıcılığı yoktur.

            Asla unutulmamalı ki bölgede ABD‘nin yaptığı ettiğine bugüne kadar ses çıkarmayan işbirlikçi bölgedeki siyasi iktidarlar,bugün İsrail‘in geçmişte ABD‘nin Afganistan ve Irakta yapılan katliamlarında suç ortaklarıdır.Öyle laf olsun diye İsrail‘i kınama demeçleri vermek hiç bir şeyi değiştirmez.

AKP BUGÜNE KADAR KİME HİZMET ETTİ?

  Bugün tüm dünya  ekonomilerini sarsan bir küresel mali krizle karşı karşıyayız.Merkez ülkelerinde bile çok derinden etkileyen bu kriz,ülkemiz ekonomisini çok yakında çok daha derinden etkilenmesi  kaçınılmaz görünmektedir

Evet,2001 krizinden sonra ülkemizde estirilen bahar havası,bu krizle birlikte yerini uzun sürecek kara günlere bırakmıştır.Balon patlamış,takke düşmüş kel görünmüştür.Artık kralın çıplak olduğunu herkes görmektedir.

AKP iktidarı,reel faizlerin küresel piyasalarda % 3-4 düzeylerinde olduğu dönemlerde bile,uluslar arası finans sermayeye %10‘ların üzerinde,dolar bazında ise %20 leri aşan  faiz oranları ile Türkiye‘yi yabancı sermaye için tam bir cennete dönüştürmüştür.

2001 krizinden sonra Türkiye ekonomisinin işleyişi,ucuz dövizle dışarıdan  ucuz aramalı ithal et,bunları ucuz iş gücü ile montajla,dayanıklı tüketim malları haline getir ve bunları dışarıya sat şeklinde olmuştur.Başka bir deyişle ihracatımız ithalata bağımlı hale getirilmiştir.İthalatta,sıcak para,dış borçlanma ve özelleştirmeler ile finanse edilmiştir.

İşte Türkiye bugün,küresel krize çok yüksek cari açık yakalanan dünyada en riskli ülkelerin başında geçmektedir.

Türkiye‘nin 2003 yılında toplam dış borcu 130 milyar dolar iken,2008 yılı sonu itibariyle de 290 milyar dolara yaklaşmıştır.Bu artış oranı,Cumhuriyetimizin kuruluşundan bugüne kadar yapılan tüm borçlanmalardan bile fazladır.Üstelik bu borçların büyük bir kısmıda,yerli bankaların yüksek faiz oranlarından kaçarak,ucuz dövizle borçlanan ülkemizin reel sektörüne aittir.Dolayısıyla gelecekte en büyük darbeyi reel sektörümüz yiyecektir.Şöyle i krizle birlikte ekonomimizde durgunluk kaçınılmaz olacak,büyüme oranı negatiflere inecek,özellikle küçük ve orta boy işletmelerin iflasları yaşanacaktır.

Ülkemiz de 2001lerde işsizlik oranı %5-6 düzeyinde iken,bugüne kadar izlenegelen politikalar sonucunda hızla artarak resmi verilere göre  % 13‘ler düzeyine çıkmıştır.Oysa bu oran tarafsız ekonomistlerce %20 leri aştığı bildirilmektedir.Yaşanacak krizle birlikte işsizliğin çok daha artacağı kaçınılmaz görünmektedir.

Özetle Türk ekonomisi bugün için tam bir iflasın içindedir.IMF ile "yapısal reformlar" adı altında yapılan tüm anlaşmaların sonsuz çok yüksek cari açık ve işsizlik olmuştur.

Durum böyle iken:

            Başbakan Erdoğan dünyada yaşanan ekonomik krizin Türkiye‘yi etkilemeyeceği konusunda sık sık açıklamalarda bulunuyor ve "Kriz bizi teğet geçecek, krizden Türkiye karlı çıkacak, Hamdolsun iyiyiz" diyor.

                        Ekonomik kriz Türkiye‘yi teğet mi geçiyor? Bir bakalım;

            • Ekonominin lokomotifi olan inşaat, tekstil ve otomotiv gibi sektörler zor durumda. Sanayi üretimi son 7 yılın en kötü göstergelerine sahip.

            • Tarım sektörü can çekişiyor.Türkiye, artık tarım ürünleri ithalatçısı bir ülke durumuna geldi.

  

•·                   En az 20  milyon insanımız 20 doların altında bir parayla karnını doyurmaya çalışıyor.İşsizlik çığ gibi büyüyor.1999 da 9 milyon olan tarımda ki istihdam,bu yıl 5,6 milyona düştü.Bu kadar insan,şehirlerin varoşlarına yığıldı ve yoksullaştırılıp bağımlılaştırılarak,her türlü istisnalara açık AKP‘nin yeni bir siyaset projesi haline dönüştürüldü.        

            • Dış borçlarının ödenmesini garanti altına almak isteyen Uluslararası Para Fonu (IMF), Osmanlı Devleti dönemindeki gibi Ekonomik Üst Kurulu öneriyor. Başına yabancıları getirecekmiş.

            • Yaratılan yoksullukla mücadele için yeni iş olanakları yaratma yerine, kömür, erzak hatta dayanıklı ev eşyası yardımları, sosyal devlet adına yapılıyor. Sadaka kültürü toplumda egemen oldu.

            • Yabancıların ve işbirlikçilerin denetiminde olan medya, evlendirme, para kazandırma, yemek hazırlama ve diğer yarışma programlarıyla insanlarımızı uyutma görevini yapıyor.

            Kısaca, Başbakan Erdoğan‘ın açıklamalarının aksine ekonomik kriz, Türkiye‘ye teğet geçmiyor, delip geçiyor.

Kapitalist sistem, tıkandığı zamanlarda devletin ekonomiye müdahale etmesini ister, aslında devletin çalışan kesimlerden topladığı vergileri daha yüksek düzeyde şirketlere aktarmasını talep eder. Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği ülkelerinde ekonomiyi kurtarma programlarının arkasındaki gerçek budur. Bir yandan şirketlere taze kaynak aktarılır, bir yandan da sisteme başkaldırılmasını önlemek için tüketimi canlandıracak önlemlere başvurulur.

Kapitalizm, sisteme bağlı üçüncü dünya ülkelerinde daha acımasızdır. IMF ve Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütleri aracılığıyla bu ülkelerin ürettikleri mal ve hizmetleri en ucuz maliyetle kendilerine aktarır. Bu ülkelerin egemen sınıfları da onlarla işbirliği içindedir.

 IMF ile yapılan anlaşmalarla ile ekonomimiz tam bir IMF‘nin denetim ve gözetimine terkedilmiştir.Yaklaşık on yıldır uygulanan politikalarla ülkemiz,uluslar arası finans sektörü için çok yüksek reel faiz ödemiştir.Bu süreçte uygulanan düşük kur politikaları ile tam bir ithalat patlaması yaşamıştır.Ama AKP iktidarı ekonomimizin bu yönünü sürekli görmezlikten gelerek,kamuoyuna hep dış ticaret rakamlarını göstererek ekonomimizin iyi yolda olduğunu söyleyerek bahar havası yaşatmaya çalışmıştır.Bu arada değerli Türk lirasının kredi faizlerinden kaçmak isteyen şirketlerde,ucuz dövize yönelmiş ve sonuçta dış borçlarıda çok artmıştır.

Bu kriz piyasa ekonomisinin kendi kendini dengeye getireceği,denetleyebileceği,kendi kendine istikrarlı bir büyüme,kaynakların kullanımında ve dağıtımında verimlilik sağlayacağı ezberini bozmuştur.ekonomiye devletin müdahalesinin ekonomide yeri olmadığı,özelleştirmeyi,esnekleştirmeyi,sermayenin önündeki tüm engellerin kaldırılması gerekli olduğu,küreselleşmeye ayak uydurulmasının bir zorunluluk olduğu söyleminin tamamen yanlış olduğunu göstermiştir.Başka bir deyişle gelinen bugünkü nokta,serbest piyasa ekonomisinin,aslında uluslar arası finans sermayesinin ve çok uluslu şirketlerin ideoloji olduğu gerçeğini tüm çıplaklığı ile göstermiştir.

Bugüne kadar IMF‘nin dayatmalarını emir kabul ederek,harfiyen yerine getiren AKP iktidarı,halkımızın dini,etnik ve bölgesel ayrıcalıklarını kullanarak,emirindeki medya ile,sürekli toz pembe tablo çizerek,gerçekleri halktan gizlemek adına,söz konusu politikaları uygulaya gelmiştir.Bu tutum ve davranışlarını yakında IMF ile yapacağı yeni anlaşmalarla ve borç faizi ödemeye göre oluşturulan 2009 bütçesi ile de sürdürmeye devam edeceğini göstermiştir.

Evet,2009 bütçesine  bakıldığında,borç faizi ödemesi adına kurgulama bu bütçede,sadece iç borç faizi ödemesine ayrılan kaynak,yatırım ve dolayısıyla istihdam için ayrılan kaynağın nerdeyse beş katı büyüklüğündedir.

Krizin yıkıcı etkilerinin faturasını yine çalışanlara ödettirilecektir.Mevcut bağımlılık ilişkileri içinde,borç faizi ödemek adına,daha fazla dış borç alınacak,geri kalan tüm kamusal kaynaklar özelleştirme adına yerli-yabancı bakılmaksızın satılacak,bundan öte de yapılacak zamlar,arttırılacak dolaylı vergilerle finanse edilecektir.Ayrıca daha zor koşullarda gelecek her türlü dış dayatmaları da kabul etmek zorunda kalacaktır.

Artık ülkemiz gerek varolan sorunları,gerekse krizin yansımalarına bağlı olarak daha da derinleşecek ve artacak sorunlarına karşı,her alanda,dışarıya kaynak aktaran değil,ulusal kaynaklarımızı insanımız adına harekete geçiren,yatırım,üretim ve istihdamı hedefleyen herkes için yaşanılabilir bir ülke yaratmak için,bugüne kadar uygulanagelen politikalarını gözden geçirmek,değiştirmek zorundadır.

Bu anlamda da öncelikle  

-AB ile yapılan ve tek yanlı ipoteğe dönüşen Gümrük Birliği anlaşması derhal iptal edilmeli.

-Kamu kaynaklarının,bütçe açıklarını kapatma adına satılarak özelleştirilmesine ve yabancılaştırılmasına son verilmeli.Satılan kritik varlıklar tekrar kamulaştırılmalı ve amacına uygun işlevlendirilmelidir.

-Devletin ekonomiye,insanımız çıkarları adına,müdahale etmesi,bu amaçla işlevlendirilmesi.Kaynakların kullanımı ve yönlendirilmesinde,doğru bir planlamaya geçilmesi bir zorunluluktur.

-Küresel finans sermayenin emrindeki IMF,DB,DTÖ‘ nü   dayatmalarına hayır denmeli.Bu konuda gerekli önlemler alınarak,radikal kararlar alınmalıdır.

-Ara mal üreten KOBİ‘ler davete desteklenmeli.İthalata bağlı ihracat anlayışından vazgeçilmeli.Ayrıca her türlü sıcak para giriş çıkışları denetim ve kontrol altına alınmalıdır.Merkez Bankası da,ulusal çıkarlar adına ekonomiye müdahale eder hale dönüştürülmelidir.

-Bugün cari açığı fazla olan ülkeler,kriz karşısında istihdam arttırıcı politikaları ortaya koymaya başlamışlardır.Bizimde IMF‘nin ekonomimizi yönlendirici ve darltıcı etkilei için IMF reçeteleri ret edilmeli.İşsizlikle mücadele ana amaç olmalı.Ekonomimizin kontrolü,bu amaçla devlerin kontrolü altına alınmak.

-Esnek istihdam ve işten çıkarılmışları kolaylaştıran hükümler gözden geçirilmeli,işten çıkarmalar askıya alınmalıdır.Gerekiyorsa özel girişimcilere vergi indirimi şeklinde sağlanacak desteklerle,işten çıkarma şarta bağlanmalı Ayrıca özel sektörün kayıt dışılığı mutlaka önlenmelidir.

-Borsa ve döviz işlemleri üzerine düşükte olsa yaygın bir vergi konulmalıdır.Tasarrufların spekütalif hareketlere değil ,yatırıma yönetilmesi gereklidir.

-Merkez Bankası,dövizin net fiyatını hedef alan ve TL‘nin aşırı değerlendirilmesini önleyecek şekilde müdahalede bulunmalıdır.

-Yine yabancı sermaye giriş-çıkışları,yurtdışından borçlanma ve sıcak para hareketlerinden ek vergi önlemleri ile sınırlandırılmalı,yabancı sermayenin kısa vadeli çıkar adına girişleri caydırılmalıdır.

-Dış borçların ödenmesi yeni ve daha uzun vadeli yapıya dönüştürmelidir.

-Ulusal sermayenin yukarıda da belirtildiği gibi mutlaka ithalata bağımlılığı azaltılmalı.Kısa vadede,Merkez Bankasının enflasyonu belli bir oranda tutuma uygulamalarından vazgeçilmedir.

-Türkiye hızla geleneksel  ihracatı yapıları devreye sokmalıdır.

-Tarım ve hayvancılık desteklenmeli.Daha fazla kaynak aktarılmalıdır.

-Yine iç talebe yönelik,emek yoğun sektörler geri kazanılmalıdır.  

Artık bu oyunun hep böyle oynanmaması, kervanın hep böyle gitmemesi için mutlaka bu tek yanlı ipoteğe dönüşmüş politikalardan vazgeçilerek, mutlaka ülkemiz çıkarları adına, ülkemizin kaynaklarını yatırım, üretim ve istihdamı hedefleyen bir anlayışla harekete geçiren, ulusal tarım politikalarının uygulanması zorunluluktur. Bunun içinde  ulusal iktidarlara ve onun arkasında halk desteğine gereksinim vardır.,Oynanan bu oyunda   her zaman kazananlar, bu oyunun kurallarını koyan ve bizim gibi ülkelere bu oyunu oynamayı dayatan bir avuç küresel sermaye ile bundan nemalanmaya çalışan yerli uzantıları olmaktadır. Ve de bu oyun böyle sürdükçe, her zaman kaybedecek olan, geniş halk kesimleri olacaktır

Zira dün yapılanlar bugünümüzü karartırken,bugün yapılanlarda geleceğimizi karartacaktır.  

  KENTE GÖÇ  ve YERELDE DEMOKRASİ

         Halkımız yerel seçimleri bir dönem öncesinden beğenmediğini,  bir dönem sonra değiştirme olanağı gibi kullana gelmiştir. Böyle olması da sanırım uzun yıllardır ülkemizde uygulana gelen demokratik katılımcılığı hedeflemeyen, rant ekonomisinin gereklerine göre oluşturulan, insanlarımızın büyük kısmını dışlayan, kıt demokrasi anlayış ve uygulamalarının sonucu halkımızın elindeki tek seçeneğinin bu olmasındandır.

         Sistemin işleyişinin özünü görmeksizin, yukarıdan, kendine sorulmadan alınan ve kendisinin tüm yaşam alanlarını belirleyen anlayış ve uygulamaları farkına varmaksızın, sorunun kaynağı başkanmış gibi, sadece onu ilk fırsatta değiştirmekte görmüştür. İnsanlarımızın yaşadıkları sorunun ana kaynağının ne olduğunun bilincinde  olmaksızın, takındıkları tutum veya gösterdikleri tepkiler, hep sistemin tekrar tekrar- kendini yenileyerek- üretilmesine yardım etmek olmuştur.

        Bugüne kadar, toplumsal yaşamdaki değişim ve dönüşümler ancak bilinçli, özgür yurttaşlar ortak olarak verdikleri kararlar ve eylemleri sonucunda  gerçekleşmiştir.

        Doğaldır ki ekonomik alt yapı, kendine uygun üst yapıyı oluşturur. Bu işin başka bir yanı, insanın içinde yaşadığı sosyo-ekonomik ve kültürel koşullar, davranışların biçimini ve yönünü belirlemektedir.

         Her yıl yanlış tarım politikaları sonucunda,800 bin civarında insanımız,kırsal kesimden kentlere göçmekte,kent varoşlarına yerleşmekte.Üstelik bu sayı her yıl daha da artmakta.Herşey AB‘nin bizlere dayattığı,"kırsal kesim nüfusunu %8‘ler civarına indirilmesi gerektiği"ne uygun olarak bu gerçekleşmekte.

          Üretim süreçlerinden kopup kente gelen insanlarımız,ucuz iş gücünü oluşturmakta,mevcut işgücü ücretlerini daha da düşürmekte,işyerlerinde sendikamız ve sosyal güvenlikten uzak çalışmakta,güvenli ve yeterli gıdaya ulaşmakta da zorluk çekmektedirler.Burada yaşama tutunmaya çalışan insanlarımız,çaresiz olarak istenmeyen bir takım sosyal olaylara da neden olmakta. Daha da önemlisi siyasi iktidarlarca desteklenen cemaat kültürü içine iletmekte,.çaresiz bırakılan insanlarımız,gerici ve söven siyasi oluşumlarında oy deposu haline dönüştürülmektedir.

Özellikle bugün mevcut belediyeler bu durumu kendileri lehine çok iyi kullanmakta,yapması zorunlu olan yatırımları bir lütuf gibi kendilerine pazarlıkla sunmakta,bu yetmezse gıda ve su yardımları ile bunu sürdürmekteler.Ayrıca ekonomi gelişmelerin tüm olumsuzluklarını da acı şekilde yaşamaya devam etmektedir. 

En az 20 milyon,insanımız 21 doların altında bir parayla karnını doyurmaya çalışıyor.1999‘da 9 milyon olan tarımdaki istihdam,bu yıl 5,6 milyona düştü.

Bu kadar insan,şehirlerin varoşlarına yığıldı ve yoksullaştırılıp bağımlılaştırılarak,her türlü istisnama açık AKP‘nin yeni siyasi projesi haline dönüştürülmüştür.

Öyle ki kırsaldaki kıt yaşanan koşullarına göre kent varoşları onlar için daha iyi ortam,oluşturmakta.Ayrıca yeni yerleştikleri yerlerdeki sosyo-ekonomik koşullar,kendilerinin kırsal ile olan ilişkilerini koparmamsına da bir nevi gerekçe oluşturmakta.artık bu insanlarımız modern kent yaşam olanaklarını uzaktan gören,içinden kopup geldikleri kırsal yaşamın izleri ile de ne kentli nede köylü olabilmekteler.Bütün kent varoşlarında oluşan bu yapı,yöneticilerin elinde,sistemin sürdürülebilirliğinde bir nevi alt yapısın oluşturmakta.

Yeni yaşamlarında içinde taşındıkları bu iki yapı,kendilerini çevreye,sosyal ve ekonomik gelişmelere karşıda mesafeli duran,kaygılı bir davranışı da beraberinde getirmektedir.

 Bu gün için kentlerimiz, kitlesel göçlerin plansız yerleşmeleri, hiç yapılamayan sosyo-ekonomik planların adeta kurbanları olmuştur.

             Kırsal kesimden kopup gelenler, kendi yerel kültür ve davranışlarını da beraberinde kentte taşımışlar, kente karşı, onun kendisine yabancı ve ürkütücü gelen yapısından da , adeta kendini korumak içinde gizli bir duvar çekmişlerdir.

             Kentlerin varoşlarında veya kıyı mahallerinde kendi olanakları ile yaşamaya çalışan yeni kentliler, kentle hemen bütünleşmemekte, onu kendine yabancı görmekte, geçmişten gelen yapılarını sürdürmeye çalışarak, yaşadıkları mekanda var olan etnik, dini ve kültürel odakların etkisine girerek, kendini korumaya çalışmakta, daha da içine  kapanmakta, kente  ve kendine karşı yabancılaşmakta. Böylece dışlanan , kendisi adına alınan kararların  tüm süreçlerine katılması söz konusu olmayan, kendi sosyal , ekonomik ve kültürel yaşam mekanına kapatılan insan, geçmişten gelen tüm yapılarını, günün değişen koşulları içerisinde tekrar tekrar üretmekte.

              Sorunun çözümü de işte bu nokta da, sürekli kendini yenileyen bu yapının kırılmasında yatmaktadır. Bir kentli kültürünün geliştirilmesine yönelik olarak, özgür ve bilinçli yurttaş davranışının gerçekleştirilmesi amacıyla , kente  ve kendi  çıkarlarına yabancılaştırılmış bu insanlarımızın , demokratik katılımcılığı ve bu konudaki sorumluluklarının bilincine varmalarını sağlamak gereklidir. Yapılması gereken onların özgürleşmesini sağlamaktır. Özgür yurttaş olmalarıdır. Çağdaş bir kentleşme, çağdaş bir yerel yönetim anlayışı da bunu gerektirir.

              Evet yerel demokrasi işletilmelidir. Ne demek yerel demokrasi? Yereldeki tüm halkın sorunlarını kendisi çözüme kavuşturması ve bunu  gerçekleştirebilmesi için de demokratik katılımcılığının , tüm süreçler de işletilerek , halkı bu süreçleri kendi çıkar ve beklentilerine göre etkilemesine yönelik olarak etkin ve bilinçli katılımın sağlanması demektir.

               Bu, özellikle belediye başkanlığına ve belediye meclisine adaylık, öyle ki yaşamında bir kez dahi nasıl belediyecilik, nasıl bir katılımcılık ve gerçek anlamda denetimin nasıl yapılacağını dahi düşünmemiş, hatta belediye binasına bu anlamda bir adım dahi atmamış, belediyenin gerçek işlevinin ne olduğunu bilmeyen kişilerin, kendilerine iş bulma isteklerinden tutunda, siyasette yükselme isteyenlerin mekanı olan var olan anlayışların kırılması içinde bir zorunluluktur.

               Unutulmamalıdır ki bu gün için, herkes için yaşanabilir bir kent, tüm kentte yaşayanlarca kabul edilen, özümsenen, uyum içinde olduğu kent demektir. Bunun içinde, kentte yaşayan her kesim için ‘‘ortak yarar,, yaklaşımı içinde kentin yeniden biçimlendirilmesi ve yönetilmesi gerekir ki bu da insana gerçek saygının gösterilmesi demektir.

              Öncelikle, kentlerin yurttaşlığın gelişip güçlenmesine katkı yapabilen kamusal alanlara dönüşebilmesi, kent yönetiminin demokratik bir yapıya kavuşturulması demektir.

              Bir kentlilik kültürünü, toplumsal alanda birlikte yaşama davranışı ve sorumluluğu geliştirmek için kentteki tüm insanların sosyo-ekonomik ve kültürel boyutlarının doğru değerlendirmek gerekir.

               Artık bilginin ve dolayısıyla da iktidarın paylaşımı, katılımcı demokrasinin temellerini oluşturmaktadır. Yurttaşların ve dolayısıyla onların öz örgütlerinin, kent ve belediye bilgilerine sınır tanımaksızın erişememesi halinde, ne demokratik katılımdan, ne de kamu yönetiminin şeffaflığından söz edilemez.

             Bugün, katılımsız ve kapalı bir yönetim kesinlikle terk edilmelidir. Bu çağdaş yerel yönetim anlayışlarının bir gereğidir. Bu konuda günümüzde toplumsal sorumluluk duyan tüm insanlarımıza büyük sorumluluklar düşmektedir.

             Çağdaş bir yerel yönetim anlayışı özetle;

•-         her yerel yönetim alanında halkın demokratik katılımını, karar süreçlerinde söz sahibi, uygulamada denetleyici olmasını sağlayacak yerel yönetim birimlerinin oluşturulmasını,

•-         Kent hizmetlerinin , yurttaşları müşteri gören anlayışla değil, insan yaşamının bir gereği olarak gören demokratik bir planlamanın yaşama geçirilmesine,

•-         İşsizlik ve yolsuzluğun ortadan kaldırılması için gerekli programların yaşama geçirilmesini,

•-         Ortak yaşam ve sorumluluk bilincinin gerektirdiği yeni kentsel yapıların (toplu konut, toplu taşıma, yeni kamusal alanlar) geliştirilmesi,

•-         Kent çevresinin, tarihi ve kültürel değerlerin yağmalanmasına, rant eksenli ilişkilere, ve rüşvete karşı ödünsüz duran davranış ve uygulamaları,

•-         Kadınların kendilerini daha iyi ifade edebilecekleri, çocukların ve gençlerin sportif, kültürel, sanatsal yeteneklerini geliştirecekleri, yaşlıların koruma altına alındığı, engellilerin yaşamını kolaylaştırıcı her türlü sosyal ve mekansal düzenlemelerin yapıldığı yönetim anlayışıdır.

Eğer istenirse, bunun için bir çok araç, yol ve yöntemler devreye sokulabilir. Ama halkımızın da bunu istemesine ve yaşama geçirilmesi adına koyacağı tepkiye, takınacağı tutum ve davranışa bağlıdır.

KÜRESEL KRİZ, TARIM VE 2009 YILI BÜTÇESİ

2009 yılı bütçesi 31.12.2008 tarihinde Resmi Gazete de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.

Siyasi iktidar 2006 yılında çıkardığı 5488 Sayılı  Tarım ,Kanunu ile tarıma aktarılacak kaynağın GSMH‘nın %1 ‘inden az alamayacağını taahhüt etmişti

            2002 yılında bu oran %0,65 iken,2009 yılı bütçesinde bu rakam başlangıçta %0,49 idi.Ancak daha sonra IMF‘nın isteği doğrultusunda bu rakam %0,44 indirildi.Buda rakam olarak ta 4.95milyar TL.

            Eğer Tarım Kanunu‘nun hükümlerine uyulsaydı;bu rakamın 2009 yılı bütçesinde en az 11 milyar TL olması gerekiyordu.Ki bu rakam bile tarımımızın alt yapı sorunlarının çözülebilmesi ve uluslar arası rekabet edilebilirliğinin sağlanması için yeterli olmayıp,en az bütçenin %2 ‘inden az olmaması lazım gelirdi.Bu yaklaşımlar bu rakamda 22 milyar TL olmalıydı.Göz göre göre yasa ihlali var.Yasalara uygulamak,yasaya aykırı hareket etmek bildiğimiz kadarıyla suç teşkil ediyor.Peki bu yasaya aykırı hareket etmek suç teşkil etmiyormu?Bunun cezası yokmu?

            Konunun bir başka yönü ise tarımsal desteklerin,çiftçi alacaklarının zamanında ödenmemesi,Çiftçi bankadan aldığı kredi borcunu ,faizini ödemediği zaman hemen olağanüstü faiz işletiliyor ve yasal işlem başlatılarak cezalandırılıyor.Fakat çiftçinin alacaklarına gelince zamanında ödeme yapılmadığı için,gecikmelerden dolayı ek bir ödeme yapılmıyor.Yani çifçinin borcuna faiz işliyor ama alacağına işlemiyor.Tam bir keyfi durum söz konusu.

            Hükümet kendi çıkardığı  yasa hükümlerine bile uymamış,üreticilerimizin2009 yılı için yaklaşık 6 milyar TL‘ni  resmen gasp etmiştir.

            1980‘de nüfusumuz 44 milyon.Bugün 72 milyon.Aradan geçen 28 yılda artan nüfusta 28 milyon.Her yıl nüfusumuz yaklaşık 1 milyon artmış.Bugünkü artış hızıyla nüfusumuzun yakın gelecekte 100 milyon olması ve de daha sonrada bu düzeyde seyretmesi beklenmekte.Yaklaşık 30 milyon insanımızı gelecekte beslemek zorunda kalacağız.

            Tarımın halihazırda ulusal gelire katkısı %11,istihdama katkısı da her geçen gün azalarak %27‘ler düzeyinde.TÜİK verilerine göre bugün tarımda 6 milyon 375 bin kişi çalışıyor.Bu nüfusun %88.2‘nin hiçbir sağlık güvenceleri yok.122 bin kişi de mevsimlik işçi.

            Her yıl yaklaşık 800-900 bin kişi tarımda üretim süreçlerinden kopup,kent varoşlarına yerleşmekte.Bunların büyük kısmı,artan girdi fiyatları nedeni ile kazanamayan küçük çiftçiler.

            Son bir yılda tarımdaki girdi fiyatlarında %80 ile %180 arasında artış olmuştur.Bu durumda küçük üreticilerimiz tarlalarını boş bırakmaktadır.Bugün için Denizli  de ortalama gübre satışlarında %60‘lara varan azalma vardır.Bu durum ileride halkın beslenmesinde temel olan gıda ürünlerinde ciddi rekolte kayıplarını da beraberinde getirecektir.Türk üreticisi dünyada en pahalı mazotu tüketen ülkelerden 4.sırada.Oysa üreticinin ürünlerinin satış fiyatları bundan 3-4 yıl önceki fiyatlar düzeyinde.Yine tüketicilerin tükettiği ürün fiyatları üreticinin elinden çıkış fiyatının neredeyse 4-5 katı.Bu küçük üreticimiz kazanamadığını,tüketicimizin de çok daha pahalı tükettiğini göstermekte.

            Bugün AKP iktidarı,sadece mazota uyguladığı yüksek KDV ile tarıma ayırdığı kaynağı tekrar geri almaktadır.

            Tekel‘in alkol bölümü yabancı BAT şirketine 2.5 yıllık karı karşılığı satıldı.Şimdi sırada TİGEM‘lerin ve satılmayan Şeker Fabrikaları var.Yine meclis gündeminde 2B arazilerinin satışı var.Daha sonraları akarsularımızın özelleştirilmesi gündeme gelecek.

            Tüm özelleştirmelerden elde edilecek gelirinde zira hükümetin,bütçe açıklarını kapatmasında kullanılacağı açıklanmakta.

Bugün AB ‘i varolan bütçesinin yarısını tarıma destek olarak veriyor.Yine ABD‘de 25 bin pamuk üreticisine 3.5 milyar dolar destek aktarıyor.Ve de bırakın varolan destekleri kesmeyi, üstelik hergeçen yıl arttırıyorlar.Çünkü geleceğin en önemli sektörlerin tarım ve gıda olacağını biliyorlar.Bize söyledikleri ise "size gerekenleri biz üretiriz,sizde bizden alırsınız"olmaktadır..

            Bugün bankaların neredeyse yarısından fazlası yabancıların eline geçmiştir.Ve de üreticiye kredi verme yarışındalar.Her geçen gün üreticimiz daha da borçlanmakta.Üreticilerimizin üretim araçları ve toprakları her geçen gün ipotek altına alınmakta,tefecilik her geçen gün artmaktadır.

            Yine her geçen günde bankalar icra takibi yapmakta.Öyle görünüyor ki,tarım topraklarımız bu şekilde yabancıların eline geçmesi kaçınılmaz olacak

2008 yılı sonu itibari ile tarımdaki dış ticaret açığımız 3 milyar TL civarında olmuştur.Bu dışarıya sattığımız tarım ürünleri tutarıdan 3 milyar TL daha fazla tarım ürünü aldığımızı göstermektedir.

Yine 2009 yılı bütçe ödeneklerinden 57.5 milyar TL faiz giderleri olarak ayrılmıştır Bu ülkemizin,bir ayda ödediği faiz iç  borcu tutarını,ülkemizin nüfusunun %27‘nin yaşadığı tarım kesimi için bir yılda ancak ayırdığını göstermektedir.Başka bir deyişle Türk Tarımına 2009 yılı için,bir ayda ödediğimiz iç borç faizi  kadar kaynak ayrılmıştır.

Ayrılan kaynak miktarı,AKP hükümetinin Tarımı gözden çıkardığını göstermektedir

Önümüzdeki süreçlerde ülkemizde en acımasız şekilde yaşayacağımız küresel kapitalizmin bugünkü krizine karşı tarım ve hayvancılık sektörleri gibi halkımıza aş ve  istihdam sağlayan sektörlere,bırakın varolan desteklerin kesilmesini,yukarı da da belirttiğimiz gibi,hergeçen gün yoksullaşan ve bu gidişle de daha da yoksullaşacak olan insanlarımızın gıda güvenliğimiz sağlanması için desteklerin arttırılması bir zorunluluktur.

Özetle 2009 yılı bütçesi yatırım,üretim ve istihdamı hedeflemeyen,borç faizi ödeme bütçesidir.  

              Uzmanlar, 2009 yılında krizin derinleşeceğini ifade ederek "2009 bütçesi daha adil, daha sosyal bir bütçe olmalı" görüşünde birleşmektedirler. Oysa, Hükümetin bütçeyi hazırlarken sermaye gruplarının işini kolaylaştırmayı hedeflediği, diğer kesimleri hesaba katmadığı görülmektedir.

2009 Bütçesi "Mali disiplin" adı altında bir faiz ve borç ödeme bütçesidir. Borçlar; büyük ölçüde emekçilerin sırtına yüklenmiş gelir vergisi, dolaylı vergiler ve kamusal değerlerin satıp savılması yoluyla ödenmektedir. Hükümetin çok övündüğü özelleştirme gelirleri borç ve faize harcanacağına istihdam yaratmak için kullanılsaydı bugün 300 bin yurttaşımız iş sahibi, bir milyonu aşan yurttaşımız aş sahibi olacaktı.

Çalışanlarımızı yoksulluğa, açlığa, halkı kamu hizmetlerinden yoksunluğa terk eden, sosyal devleti tümüyle ortadan kaldırmayı amaçlayan bu bütçe geri çekilmeli, yerine başta emek örgütleri olmak üzere toplumun örgütlü kesimleriyle birlikte hazırlanacak halk için bütçe yürürlüğe konulmalıdır.       

KÜRESEL KRİZ VE TARIMDA YAPILMASI GEREKENLER  

   A-KRİZİN TARIMA OLASI ETKİLERİ

Geçen yıl kuraklığa bağlı gıda krizi daha atlatılmadan şimdi de daha yıkıcı bir küresel kriz ile karşı karşıyayız.          

-    Doların artmasına bağlı olarak dışarıdan ithal edilen girdi fiyatları artacak (mazot, gübre, ilaç, yem hammaddesi). Gelecekte tarıma verilen destek azalacak.

-    Desteklerin azalması, girdi fiyatların yükselmesine bağlı olarak bazı temel ürünlerde üretim azalacak. Gıda dış alımı daha da artacak.

-      Kentlere göç hızlanacak

-     Boş bırakılan arazi miktarı daha da artacak. Küçük üretici topraklarını satmak zorunda kalacak.

-     Tüketiciler çok daha yüksek fiyattan gıda tüketmek zorunda kalacaklar.

-      Her geçen gün gıdada açık Pazar haline gelinecek.

-      Tarıma tarım dışı kesimden sermaye girişi sonucu, Tarımda şirketleşme artacak

-      Yeterli gelire sahip olmayan geniş halk kesimleri yeterli gıdaya ulaşamayacaklardır.

-      Kentlere göç işsizlik, altyapı ve güvenlik sorunlarını doğuracaktır.

-     Toprakların yabancılara satışı ve tüm tarımsal KİT‘ler özelleştirilmesiyle birlikte tarımsal sanayi kuruluşları da yabancılaşmaya başlayacaktır.

-       Üreticilerimizin bankalara borçlanmaları daha da artacaktır.

-    Siyasi iktidar kriz bahanesi ile varolan destekleri daha da kesecek, dolaylı vergileri daha da arttıracak, daha fazla zam yapacaktır.

-      Üretim girdilerine destek ortadan kalkacak.

-      Halkımızın tükettiği temel ürünlerde ciddi üretim düşüşleri yaşanacak. Açıkta yurtdışından ithal edilecek.

-       Dış pazarda talep daralmasına bağlı olarak, tarım ürünleri ihracatımızda ciddi düşüşler görülebilecek.

-       Yoksul halkın temel gıda ürünlerine ulaşımında çok zorluklar yaşanacak.

-       Sanayide tıkanma işsizliği arttıracak.

-       Krizin faturası dar gelirliye yıkılacak.

-       Küçük çiftçinin tasfiye olması kaçınılmaz olacak.

   B-TARIMDA KRİZE KARŞI NELER YAPILMALI?

-Tarımsal girdilerden alınan KDV hızla düşürülmeli.

-Tarım topraklarının yabancılarca ya da yabancı ortak denetimli bankalar tarafından alınmasını engelleyici yasalar derhal çıkartılmalı.

-Çiftçi tarımsal amaçlı kooperatiflerde hızla örgütlenmeli.

-Örgütlenmeler, köy temelli yerine ilçe düzeyinde olmalı. Ürünler bunlar tarafından işlenmeli ve pazarlanmalı. Çiftçiler küçük bireysel çıkarlar için ürünleri aracılara satmamalı.

-Girdiler de kooperatifler aracılığıyla sağlanmalı.

-Çiftçi borçlanmasına dikkat etmeli. Aldığı borçları üretim için kullanmalı.

-AKP hükümetinin dışa bağımlı yeni-liberal politikalarına çiftçiler karşı çıkmalı; yerel ve genel seçimlerde uygulanan seçim ekonomisine kanmamalı.

-Yerli malı kullanımı özendirilmeli.

-Gümrük Birliği anlaşması derhal feshedilmeli.

-İthalata dayalı ekonomiden vazgeçilmeli.

-Tarıma ayrılacak kaynaklar, en azından Tarım Kanunu‘nda belirtildiği gibi, GSMH‘nın %1‘inden aşağı olmamalı.

-Ulusal çıkarlar adına üretim ve istihdama yönelik ulusal politikalar acilen oluşturulmalı.

-İç talebe yönelik olarak emek yoğun sektörler tekrar geri kazanılmalı.

-İthalata bağımlılık azaltılmalı.

-Tasarruflar ulusal yatırımlara yönlendirilmeli.

-Sıcak paranın giriş ve çıkışları kontrol altına alınmalı.

-Geleneksel ihracatçı yapılar devreye sokulmalı.

-Tasarrufların finansal spekülatif hareketlerde kullanılması caydırılmalı.

-Hayvancılığa verilen destekler arttırılmalı.

-Karlı ve kazançlı kurumların haraç-mezat satılarak özelleştirilmerinden derhal vazgeçilmeli.

-Başta fındık olmak üzere temel ürünlerimiz için Türkiye borsası oluşturulmalı.

-Üreticilerimizin ürettiklerini doğrudan tüketiciye sunumu sağlanmalı.

-Merkez Bankası ulusal çıkarlar adına ekonomiye müdahale etmeli.

-AB ile görüşmeler gözden geçirilmeli.

-IMF dayatmalarına mutlaka hayır denmeli.

ÖNCE GERÇEĞİN ÜSTÜNDEKİ ÖRTÜYÜ KALDIRMAK GEREK

   Türkiye, özellikle 1998 yılından itibaren tamamen IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü ve Uluslar arası Sermaye Kuruluşlarının denetim ve gözetimine girmiştir. Artık devlet, kendi ulusal çıkarlarına uygun hiçbir politikayı devreye sokmamaktadır. Sadece kendine verilen rolü oynamakta, dışarıya kaynak aktarmaya yönelik olarak baştan aşağı yeniden kurgulanmaktadır.

   Gelinen bugünkü süreçte

•-         Devletin, uluslar arası sermayenin ve yerli uzantılarına sınırsız serbestlik güvencesi sağlaması sonucunda, sermaye üzerinde hiçbir denetimi kalmamış, özellikle hızlı hareket eden ve tek beklentisi daha fazla finans getiri sağlamak olan yabancı sermayece adeta teslim alınmıştır. Kısaca ekonomimiz çok kırgınlaşmış, geleceğimiz belirsizleşmiştir.

•-         Ülkemiz ucuz işgücü deposu haline dönüştürülerek, katma değeri düşük teknolojilerde uzmanlaşmaya zorlanarak, sanayimiz ise uluslar arası şirketlerin taşeronu olarak işlev görmeye başlamıştır.

•-         Üretimde ithal girdi kullanımı ve ithal malı tüketimi kuvvetlendirilmiş, ülkemiz bugün için ithalat cennetine dönüştürülmüştür.

•-         Kamu hizmetleri ticarileştirilerek, devletin eğitim, sağlık gibi hizmetleri serbest piyasa koşullarında alınıp satılan metalara dönüştürülmüş, vatandaşlarımız müşteriye, kamu hizmeti üreten kurumlar ticari işletmelere çevrilerek; KİT‘ler yerli ve uluslar arası özel sermaye şirketlerine, daha fazla yabancı sermaye çekmek adına yok pahasına satmışlardır.

•-         Halkımızın süreçlere katılımı ve etkinliği iyice azalmıştır. Demokratik denetim mekanizmaları da artık uygulanamamaktadır. Devlet, ulusal karar alma ve uygulama anlayışından tamamen uzaklaştırılarak, ülke yönetiminde, görünüşte farklı hükümetler adı altında ama aynı siyaseti uygulayan anlayışlar egemen kılınmıştır.

  Devletin bütçesi, ödedikçe artan iç ve dış borç faizlerinin ödenmesi adına fazla vermeye zorlanmaktadır. Sonuçta devlet yatırım, üretim ve istihdam süreçlerinden kopartılmıştır.

   Durum böyle olunca da, hiçbir zaman bağımsız siyaset izleyememekte, bugün ABD‘nin bölgemizdeki soygun ve işgal hareketlerini adeta kendine verilen görev içinde sadece izlemekle yetinmektedir. Umarım ki ülkemiz, ABD‘nin Büyük Ortadoğu Projesinde, geleceğimizi karartacak çaresizlik içinden sıyrılarak, onurlu bir politika izleyebilsin.

   Zira bugüne baktığımızda, ülkemiz geri dönüşsüz ve belirsiz bir geleceğe doğru sürüklenmektedir.

   Bence bugün en acı gerçek bu. Sessiz kalmak yada üzüntü belirtmek aslında olan bitene destek vermektir ama önce gerçeğin doğru kavranması bir zorunluluktur.

  Zira yarın çok geç olacaktır.

    TÜRK TARIMINDA AK PARTİNİN KARA İCRAATLARI

            Türkiye Tarımı AKP ‘nin bugüne kadar  , IMF‘nin "ekonomik istikrar programları‘na, bağlı olarak uygulayageldiği  politikalar sonucunda tam bir yıkım yaşanmaktadır.

            Ülkemizin tüm yönetsel,ekonomik,sosyal ve kültürel alanları izlenegelen politikalarca belirlenir hale gelmiştir.

            Küresel sermayenin ve onların yerli uzantılarının çıkar ve beklentilerine göre oluşturulan politikalar sonrasında,ülkemiz tam bir tek yanlı ipoteğe bağlanmış,üretim,yatırım ve istihdam süreçlerinden kopartılmış,tam bir borç batağına saplanmış,harç faizi ödeme adına Cumhuriyetimizin vardan yokettiği KİT‘ler elden çıkartılmış,ülkemizin kaynakları peşkeş çekilmiştir.

            IMF ve DB‘sı destekli olan ve ülkemizi her yönü ile tasfiye etmeye çalışan politikaları gözü kapalı harfiyen yerine getiren AKP iktidarı da bugün ülkemizin her yönü ile bir çöküntü sürecine sürüklemektedir.

            Artık ülkemize para verenler,ardından emir ve kuralları dayatmaktadırlar.

            Bugün Türkiye Tarımın da:

            -Tarım Reformu Uygulama Projesi(ARIP) uyarınca tarımda destekleme fiyatı uygulamasına son verildi.

            -Tarım kredilerine ve girdilerine verilen sübvansiyonlar kaldırıldı.

            -Dünyanın hiçbir ülkesinde tek destekleme politikası olarak uygulanmayan doğrudan gelir desteği (DGD) sistemine geçildi.

            -Destekleme alım miktarları azaltıldı.

            -Destekleme fiyatları gerçekleşen enflasyonun çok altında belirlendi.

            -Tarım satış kooperatifleri birlikleri(TSKB),Ziraat Bankası,Tekel ve Şeker Fabrikaları‘nın  özelleştirilmelerine olanak veren yasalar yürürlüğe girdi.

            -Tarımsal KİT‘lerin(ORÜS,EBK,TZDK,TİG,DÜÇ,Tohum islah istasyonları)tasfiyesi sağlandı,varlıkları satıldı.

            -2002‘de tarım istihdam 8 milyon iken 5,5 milyon civarına düşmüştür.

            .

            -Değişen sosyal ve ekonomik yapı,köylülerimizin de dayanışma yapısını aşındırmış, gelişmeler kısa vadeli kurnazlık içinde değerlendirmeye başlamıştı.           

            -Bugün ülkemiz ekonomisi sürdürülebilirliliği için sıcak paraya ihtiyaç vardır.

            -Sıcak parada,yüksek faiz-düşük kur politikaları ile gelmekte.

            -Ülkemiz dünyada en yüksek reel faizi ödüyor.2009 yılı bütçesinde faiz giderleri olarak 57.5 milyar YTL ayrılmış.

            -Ülkemiz 1 ayda ödeyeceği faiz tutarı miktarını,tarıma 1 yıllık kaynak olarak aktarmaktadır.

            -IMF,borcunuzu döndürebilmemiz için bütçeden yatırıma ayrılan desteklerin kesilmesini,KDV oranlarının arttırılmasını istemekte.Bu istek üzerine 2009 bütçesinden 13.5 milyar YTL kesinti yapmak zorunda kaldı. 

            Her yıl için yaklaşık 800 bin kişi kırsal kesimde,üretim süreçlerinden koparak kent varoşlarına yerleşmekte.

            Tarımda 2008 sonunda dış ticaret açığı 3 milyar doları bulmuştu.Yani Türkiye 2008 yılında sattığından 3 milyar YTL daha fazla tarım ürünü satın almıştır.

            -Kendi ülkemizde rahatlılıkla yetiştirildiğimiz buğday,arpa,pirinç,mercimek,pamuk gibi üzümleri ithal eder hale geldik.

            -Son bir yılda tarımda kullanılan girdi fiyatlarında (gübre,ilaç,mazot,v.b) % 80 ile % 180 arasında fiyat artışı oldu.Ama bazı tarım ürünlerinde ki üretici çıkış fiyatları ise buından 4-5 yıl önceki fiyatlarda kalmıştır.

            -Tarımda özellikle küçük üretici kazanamamakta.Üreticilerimiz bankaların icra kıskacında.Traktörleri ve tarlaları ipotekli.Bankalarımızın % 60 ‘ı yabancıların elinde.Çok yakın gelecekte de bankalar aracılığı ile yabancılara toprak satışı gündeme gelecektir.

            -Tarımsal  KİT‘lerin elden çıkarılması ile devletin devletin müdahalesinin olmamasına ve yine üreticilerimizin örgütsüz oluşuma bağlı olarak ta üreticimiz piyasada tüccarlar  karşısında tek başına kalmıştır.

            Ürün fiyatlarını belirlemede üreticimizin hiçbir etkisi yok denilebilir.

            -2008‘de Tekel‘in alkol bölümü BAT‘a 2,5 yıllık kar karşılığı satıldı.

            -2009 yılın da da kalan TİGEM‘le v şeker fabrikaları özelleştirilecek .

            -AKP iktidarı,kimsenin görüşünü almadan,uluslar arası tohum şirketlerin istediği doğrultusun da biyogüvenlik yasasını 2009 yılında çıkaracak.GDO‘lu ürünler için ülkemizin yabancı şirketlerin açık pazarına dönüşmesi kaçınılmaz olacaktır.

            -Şimdi sırada,bütçe açıklarını ödeme adına 2B arazilerimiz,akarsularımızın özelleştirilmesi var.

            -TMO işlevini yerine yerine getiremez konuma da getirildi,Gelecekte tamamen devre dışı bırakılacak.

            -Artık tarım,tamamen devlet müdahalesi olmaksızın,,piyasa koşullarında uluslar arası rekabete açıldı.Bu yapı ile de tarımın tamamen tasfiyesi ve açık pazar haline gelmesi kaçınılmaz olacaktır.

            -Bugün ürün fiyatları,tüketiciye en az 4-5 kat fazla fiyatla yansıyor.Tarımda yaratılan katma değer üreticiye kalmıyor.

            -Üretimden kopuk olan ve dünya‘da eşi ve benzeri olmayan DGD‘lar destek diye uygulamaya devam edildi.

            -Bugün için 1980 yılında büyükbaş hayvan sayısı 15.8 milyon iken 2006 yılında 10.8 milyona,küçükbaş hayvan sayısı ise 48 milyondan 25 milyona düşmüştür.

            Geçmişte yurtdışından ithal edilen yaklaşık 280 bin damızlık hayvanları gerekli alt yapımız olmadığından,kasaplara kesip yedik.

            Şimdi yine dışarıdan damızlık hayvan ithalatı yapmaya başladık.

            Oysa kendi ülkemize uygun damızlık hayvanlarımızı kendimiz rahatlılıkla üretebiliriz.

            -Üreticilerimizin kullandığı mazot fiyatı,diğer ülkelerin kullandıkları fiyatın 4-5 katı.

            -AB‘nin bütçesinin neredeyse yarısını (48 milyar avro),ABD ise sadece 25 bin pamuk üreticisini 3.5 milyon dolar destek aktarıyor.

            -Türk tarımı hızla şirketleşiyor ve geleneksel küçük üretime dayalı yapı değişiyor.  Gelecekte birçok üretim süreçlerinden kopan küçük üreticimiz söz konusu şirketlerde yanaşma(maraba) olarak karın tokluğuna çalışmak zorunda kalacaktır.

            Bugünkü yapı ile tarımımızda sürdürebilirlik ortadan kalkmıştır.

            Üreticimiz hangi ürünü ne kadar ekeceğini,bunu kime ve kaça satacağını bilmemektedir.

            -Devletin planlama ve yönlendirmesi artık tamamen ortadan kalkmış,üretici kendiliğinde o yılın fiyatlarına bakarak üretim kararını vermektedir.

            -Özellikle küçük üreticilerimizin hızla yoksullaşmasına bağlı olarak,ciddi olarak sağlıklı ve yeterli gıda‘ya ulaşmalarında güçlükle yaşamaktadırlar.Yetersiz ve dengesiz beslenmesi söz konusudur.

            -Siyasi iktidar tarımda kendine bağlı örgütlenmeler oluşturmakta,varolanları da işlevsizleştirmektedir.Artık her şeyi kendi politikalarına hizmet eder hale dönüştürmektedir.Üreticilerimizin mevcut örgütleri güveni yoktur.

            -Bugün tarımda üretim deseni de değişmekte,iç tüketiminin gereksinimlerine göre değil,ihracata yönelik üretim artmakta.Fakat bu yakın gelecekte,büyük riskler taşımaktadır.

 

            -Hükümet,üretimden kopuk DGD‘ yi kaldıracağını söyledi.Ama AB‘ye sunacağı Ulusal Program Taslağında 2011 yılından sonra ürünlere verilecek destekleri kaldırmakta ve devletin destek alımına da son vermekte.Verilecek destekler yine üretimden kopuk olarak arazi miktarına görev verilecek.Yani gübreye,ilaca,mazota zaten çok az olan destekleme tamamen ortadan kalkacak.Destekler ise,hiç ekilmeyen arazilere dahi verilebilecek.

            -Artık,üreticimizin kazanamamasından desteklemelerin kesilmesinden,başta hububat,baklagil gibi temel ürünlerde gıda güvenliğimizi yitirme aşamasına gelindi.

                        -Tarımın halihazırda ulusal gelire katkısı %11,istihdama katkısı da her geçen gün azalarak %27‘ler düzeyinde.TUİK verilerine göre bugün tarımda 6 milyon 375 bin kişi çalışıyor.Bu nüfusun %88.2‘nin hiçbir sağlık güvenceleri yok.120 bin kişi de mevsimlik işçi.

            -Üretim süreçlerinden kopuk kente gelen insanlarımız,ucuz iş gücünü oluşturmakta mevcut iş gücünü daha da düşürmekte,güvenli ve yeterli gıdaya ulaşmakta da zorluk çekmektedirler.

            Yerleştikleri varoşlarda kendilerine uygun yaşam ve düşünce kalıpları yaratmakta,modern kent yaşamından uzakta,mevcut siyasi iktidarlarca desteklenen, cemaat kültürü içine itilmekteler.Çaresiz bırakılan insanlarımız,gerici ve şöven siyasi oluşumlarında oy deposu haline dönüştürülmekte.

            Özellikle bugün mevcut belediyeler bu durumu kendi lehine çok iyi kullanmakta,yapması zorunlu olan yatırımları bir lütuf gibi ,kendilerine pazarlıkla sunmakta,sadaka kültürü anlayışıyla yiyecek,giyecek ve yakacak  yardımları yapmaktadır.           

-Aslında sorunlarımız belli.Çözümleri de belli.Her şey  ortada ve açık olarak görülmekte.Tek eksiğimiz,bu tek yanlı ipoteğe dönüştürülmüş,dış dayatmalarla uygulanagelen bu politikalara hemen son verilmeli,kaynaklarımızı insanımızın refah ve mutluluğunu hedefleyen bir anlayışla,mutlaka üretim ve istihdamı gözeten politikalardır.Bu politikaları devreye sokacak ulusal iradeyi yansıtan siyasi iktidardır.Bura da üreticilerimize de büyük görev ve sorumluluklar düşmektedir.Zira yarın geç olacaktır.

          ULUSAL TARIM  POLİTİKALARI ŞART

    Tarım sektörü, Türkiye‘nin sosyolojik ve ekonomik yapısı içerisinde önemli yer tutan, kırsal alanın hemen tek ekonomik getiri kaynağı olan, doyuran - barındıran bir sektördür. Buna karşın, sektörün son yıllarda sürekli kan kaybettiği, iç ticaret hadlerinin korkunç bir şekilde tarım aleyhine geliştiği, sektörün genelinde üretim artışlarının nüfus artış hızının gerisinde kaldığı, çoğu alt sektörde üretimde geriye gidişlerin yaşandığı, kırsal yoksulluğun dayanılmaz boyutlara ulaştığı bilinmektedir.

   Tarımda  doğal ve ekolojik kaynakları bakımından oldukça şanslı, biyoçeşitlilik açısından dünyanın en zengin ülkelerinden birisi olan Türkiye bugün için  hiç de hak etmediği yerdedir

   Dünya ülkelerinin hemen tümünde, tarım alanına kamusal müdahalede bulunulmakta ve sektör çeşitli biçimlerde desteklenmektedir. Türkiye‘de ise destek düzeyi giderek azaltılırken, araştırma - eğitim ve yayım hizmetleri, denetim ve kontrol hizmetleri, hastalık ve zararlılara karşı yapılan kamu mücadelesi ve altyapı hizmetleri de her geçen gün etkinliğini yitirmektedir

  Bir taraftan üreticilerin kullandığı girdilere sürekli zam yapılırken,üreticinin ürettiklerinin son yıllarda aynı kalması,özellikle küçük üreticilerimizin,üretime devam etme nedenlerini de ortadan kaldırmakta.

  Aslında tarımda gelinen bugünkü nokta için "Tarım Çıplak"diye haykırmakta yetmiyor.Siyasi iktidarların aslında tarımın çıplak olduğunu bildirdiğinden eminim.Her nekadar kamuoyunda,medya arcılığı ile tarıma çok destek verildiği,büyük kaynaklar aktarıldığı seslendirilse de,bu rakam topu topu 4,95 milyar YTL‘dir.

   Bu rakamla,tarımımızda varolan temel altyapı sorunlarını çözmek ,üreticimize insanca yaşayabilecek bir üretim süreci kurgulamak mümkün değildir.

   Aslında tarımımızın sorunları tüm açıklığı ile ortada.Bugüne kadar,dış dayatmalarla uygulanan tarım  politikalarının,ülkemiz tarımını getirdiği nokta belli.Tam bir yıkım süreci.Eğer bu politikalarda ısrar edilirse,varılacak noktada belli.Bu noktada ;birçok temel ürününde kendine yeterliliğini yitirmiş,üretim süreçlerinden kopartılmış,geçimlik dahi üretim yapamayan kent varoşlarına göçmek zorunda bırakılmış,işsiz ve yoksul milyonlarca küçük üreticinin yanında,her geçen gün şirketleşen tarımımızda,yabancı tekeller adına ücretli işçi konumuna düşecek köylülerin ve tüketicilerimizin piyasanın acımasız ellerine terk edilmiş gerçeği olacaktır.Sonuçta bu nokta uluslararası tekellerin ve onların yerli uzantılarının biçimlendirdiği ve yönettiği,açık pazar halinde dönüştürülmüş,üretim süreçlerinden kopartılmış bir Türkiye gerçeği olacaktır.

Türkiye‘de tarım sektörü, sosyal ve ekonomik yönleriyle, neoliberal politikaların uygulandığı son çeyrek yüzyıllık dönemde sürekli olarak güç kaybetmiştir. Bununla birlikte, 2000‘li yıllarla birlikte uygulanan Dünya Bankası ve IMF taşeronu teslimiyetçi politikaların sonucunda sektör çöküş noktasına gelmiştir.

TOPRAKLAR BANKALARA GEÇİYOR

Bugün,yabancı bankaların el koydukları araziler nedeniyle topraklarımız yabancıların mülkiyetine geçiyor".

Son birkaç yıldan beri çiftçi kesimini keşfeden bankalar, her geçen ay yeni ürün çeşidi oluşturuyorlar. İpotek gösteren çiftçilere bazı avantajlar sağlayan, kredi kartlarından, tarlalarında Ar-Ge çalışmasını geliştirmeye yönelik kredi imkanına kadar çok sayıda farklı alternatif sunan bankalar, 13 milyar dolara yaklaşan kredi hacmini artırmayı hedefliyor.

TARLALARIMIZ TEHLİKEDE

 Türkiye‘de, devletin toplam tarım desteğinin 5,4 milyar YTL, buna karşın bankaların üreticiye verdiği toplam kredi hacminin 7,4 milyar YTL dir.

 Tarımsal bugün kredilerin çoğu özel bankalara aittir, "Son dönemlerde kredilerin geri dönüşümleri zorlaştıkça, bankalar da haciz uygulamalarını başlattılar. Kiminin tarlasına, kiminin traktörüne el konuluyor. Hatta, haciz malları muhafaza etmek için depo kiralayan bankalar bile var. Bunun yanı sıra yabancı bankaların el koydukları tarım arazileri nedeniyle topraklarımız da yabancılaşıyor, bankaların mülkiyetine geçiyor. Bu da genelde tarım ve hayvancılık özelde ise çiftçilerimiz açısından son derece vahim sonuçlar doğuruyor.

TÜRKİYEDE TARIM SEKTÖRÜ SORUNLARI ÇÖZÜLEMEZ DEĞİLDİR

Bugün AB ile yapılan anlaşmalar,tıpkı 1980 den itibaren IMF ve DB‘nın isteklerinde olduğu gibi harfiyen yerine getirilmekte,üstelik tarımımızı ve ekonomimizi çökertmek pahasına,halen de sürdürülmeye devam edilmektedir. Bir ülkenin makro ekonomik dengeleri bozuksa,yatırım ve üretim süreçlerinden kopartılmışsa,ekonomisi iç ve dış borç batağına saplanmış ve ekonomisi sürekli ödedikçe artan bor faiz ödemelerine göre kurgulanılıyorsa,her türlü krizlere karşı kırılgan bir yapıda ise,borç faizi ödeme adına Cumhuriyetimizin yoktan var ettiği en karlı  KİT lerimizi adeta peşkeş çekercesine elden çıkarmak zorunda kalıyorsa,küresel sermayenin kendi çıkar ve beklentilerine göre bizlere dayattığı politikaları harfiyen yerine getiriyorsa bugün için, diğer sektörlerde olduğu gibi istese de tarıma kaynak aktaramaz.Sıcak para girişine ve rant ekonomisine dayalı bugünkü ekonomimizin çökmesi kaçınılmazdır.Ayrıca unutulmamalıdır ki ekonomik bağımsızlılığı olmayan bir ülkenin, siyasi bağımsızlılığından da söz edilemez.Artık bu ülkede icazetli kurtarıcılar aramak yerine,başta üreticilerimiz olmak üzere tüm halkımız kendi öz gücüne güvenerek,kısa vadeli çıkar ve beklentileri yerine değil,geleceğini karartmamak adına,zamanında ve yerinde,bilinçli ve örgütlü temel bir duruş sergilemek ve tepki vermek zorundadır.

   Bugün için üretici ekim kararını o yılki ürün fiyatlarına ve desteklemelerine göre verdiğinden,  üretimde, tüm ülkemiz genelinde olduğu gibi, ilimizde de dalgalanmalara neden olmaktadır. Artık ülkemizde bilindiği gibi, ürün fiyatlarının belirlenmesinde devletin rolü bulunmamakta, dünya fiyatları ve o yılki üretime göre piyasa koşullarında belirlenmektedir

TÜRK TARIMINDA ÖNCELİKLE YAPILMASI GEREKENLER

  -Doğru tarım politikaları, içeride ve dışarıda sağlam bir analitik tutarlılıkla, Türkiye tarımı için konulan kısa - orta - uzun vade hedeflerle uyarlı bir politika seti seçimini gerektirir.

-  Bu bağlamda, Dünya Ticaret Örgütü tarım turlarında, "adil ticaret" söylemi altında kendi fazla tarım üretimlerini dünya ülkelerine sokmak için "pazara giriş" koşullarını kolaylaştırmak isteyen ABD - AB kaynaklı politikalar karşısında ülkemiz ulusal tarım politikalarını acilen devreye sokmak zorundadır.

 - Dış politika yanında, içeride de maliyet düşürücü, verimlilik yükseltici, tarımın rekabet düzeyini artıran politikalara gereksinim vardır.

 - Bu çerçevede, uygulanabilir toprak reformu yapılmalı, sulama yatırımları gerçekleştirilmeli, arazi toplulaştırma ve tarla içi geliştirme hizmetleri tamamlanmalıdır.

 - Böylece yaratılan uygun zemin üzerinde, doğayla ve tüketiciyle dost, biyoçeşitliliği koruyup geliştiren, sürdürülebilir bir tarım modeli uygulanmalıdır. Aksi, Türkiye‘de görülen doğayı yok edici - üreticiyi yoksulluk sarmalında toprağına yabancılaştıran bir çerçeve anlamına gelmektedir.

 - Türkiye, başta tohum olmak üzere bitkisel ve hayvansal üretim materyallerini, kullanılması gereken gübre ve tarımsal savaşım ilacını, tarım alet ve makinalarını ülke içinde üretip, zamanında ve uygun fiyatla üreticiye ulaştıran bir tarımsal girdi politikası izlemelidir.

 - Üretim, ülkesel ve bölgesel planlama ilkelerine uygun olarak gerçekleştirilmelidir. Desteklemeler üretim planlamasının bir aracı olarak görülmeli ve bu anlayışla uygulanmalıdır.

 - Pazarlama kanalları aracıyı sistemden kovan, ucuz ve sağlıklı gıdayı etkin kooperatifler aracılığıyla tüketiciye ulaştıran bir şekilde yeniden yapılandırılmalıdır.

  -Depolama ve işleme olanaklarının artırılması, tarım - gıda bütünleşmesi, uygulanan politikaların odağında yer almalıdır.

 -  Toprak sahibi, modern tarım tekniklerini bilen ve uygulayan, ürettiğinin katma değerine sahip çıkan bir yapıya dönüştürülmelidir.

  -Bütün bu süreç, güçlü ve etkin bir tarımsal kamu yönetimine sahip, bilgiyi ve teknolojiyi tarıma aktaran, sektörü piyasanın sömürüsüne terk etmemiş bir anlayışla başarılabilir

  Şüphesiz bu politikaların, uygun mali kaynaklarla desteklenmesi gerekmektedir. 2000‘li yıllar boyunca tarıma ayrılan destekler, hiçbir yılda GSMH‘nin % 1‘ini aşmamıştır. Bu durum, tarımın içinde bulunduğu yatırım ve destekleme açığının da bir gerekçesidir. Buna karşılık, yapılan hesaplamalar göstermektedir ki, AB Ortak Tarım Politikası‘nın Türkiye‘de uygulanması halinde, yılda en az 11.3 milyar euro kaynağın tarım sektörüne aktarılması gerekmektedir.

Ülkemizin bugün tarım sektöründe yaşadığı bu sıkıntılı süreci atlatabilmesi için içeride ve dışarıda, sektörel gerçek ve gereksinimlere uygun bir tarım politikasının uygulanması gerekmektedir. Tarımın altyapı sorunları çözülmeli, sulama - arazi toplulaştırma ve tarla içi geliştirme hizmetleri tamamlanmalı, bilgi ve teknoloji tarla ile buluşturulmalı, pazarlama ve örgütlenme sıkıntıları giderilmeli ve üreticinin insani gereksinimlerini karşılayacak bir gelir düzeyine kavuşması sağlanmalıdır. Tersi durumda tarım sektörümüz çok daha ağır sorunlarla karşılaşacaktır.

  Artık zaman geçirilmeden ,uluslar arası tekellerin istek ve beklentilerine göre dayatılan tarımımızı çöküntüye sürükleyen  politikalarından vazgeçilmeli, ülkemizin kaynaklarının,ülkemiz ve insanımızın çıkarlarına göre kullanan ,yönlendiren ve planlayan ulusal tarım politikaları ,acilen devreye sokulmalıdır.Zira yarın çok geç olacaktır.

 Bu olumsuz gidişin tersine çevrilebilmesi için,başta tüm üreticilerimize onların örgütlerine,ülkesine ve geleceğine saygı duyan tüm insanlarımıza büyük sorumluluk düşmektedir.Keza yarın yaşanılması kaçınılmaz sonuçlar için feryat figan etmenin anlamı da kalmayacaktır.       .       

 GELECEĞİN EN STRATEJİK SEKTÖRLERİNİN TARIM VE GIDA OLACAĞI ASLA UNUTULMAMALIDIR

                                                                                İbrahim GÜR

                                                                                 TMMOB Ziraat Müh. Odası

                                                                          Denizli Şube Başkanı

 

                                                     

Okunma Sayısı: 772