TRİLYON DOLARLIK "SU"DAN BİR KONU-BAĞIMSIZ DERGİSİ, NİSAN 2009

İSTANBUL
29.04.2009

Küresel çapta su özelleştirmelerine giren çok uluslu şirketlerin ekonomik büyüklüğü silah şirketleri ile yarışıyor. Su kaynaklarının satılması ve suyun özelleştirilmesinde Türkiye hedef ülkelerden biri.

 

Giriş

 

Cumhuriyet döneminin içme suyu konusunu düzenleyen ilk kanunu, 1926 yılında çıkarılan "Sular Hakkında Kanun"dur. Bu kanun ile belediye sınırları içinde yaşayan halkın içme suyu ihtiyaçlarının sağlanması ve suların temiz tutulması görevi belediyelere verildi.

 

Belediyelerin bu görevleri için gereken finansmanı sağlayabilmek için de 1933 yılında Belediyeler Bankası oluşturuldu. Ancak, içinde bulunulan dönemin koşulları dikkate alındığında belediyelere sadece kamu kredisi sağlamanın yeterli olmadığı görüldü ve 1935 yılında nüfusu 10 bini aşan belediyelerin kimi hizmetleri yanında içme suyu hizmetlerinin de İçişleri Bakanlığı tarafından yerine getirilebilmesi amacıyla Belediyeler İmar Heyeti kuruldu.

 

İlerleyen süreçte, aynı görevi yerine getiren kurumlardaki yetkinin tek elde toplanması amacıyla, Belediyeler Bankası ile Belediyeler İmar Heyeti birleştirilerek 1945 yılında İller Bankası kuruldu. Görev sahası da belediyelerin yanı sıra il özel idareleri ve köyleri de kapsayacak şekilde genişletildi. İller Bankası, kuruluşundan 2 yıl sonra oluşturulan Belediyeler Fonu ile de güçlü bir finansman kaynağına kavuşturuldu.

 

Belediye düzeyinde su hizmeti genel olarak belediye bünyesinde yer alan hizmet birimlerince yürütülürken, 1947 yılında İstanbul, Ankara ve İzmir'de "Sular İdaresi" oluşturuldu.

 

1960 yılında köyler ile nüfusu 3 binin altında olan belediyelerin içme ve kullanma suyu temini işi DSİ'ye verildi. DSİ bu görevini 1964 yılında Köyişleri Bakanlığı'da devretti.

 

Tarıma makine gücünün girmesiyle insan iş gücüne gereksinimin azalmasıyla birlikte 1950'lerden itibaren köylerden kentlere doğru göç başladı. Bu durum özellikle büyük kentlerin içme ve kullanma suyu koşullarını çok kritik bir noktaya getirdi. Mevcut belediye olanakları ile bu sorunun çözülemeyeceğinin anlaşılması üzerine 1968 yılından itibaren DSİ İstanbul, Ankara ve nüfusu 100 binin üzerindeki illerin içme, kullanma ve sanayi suyu temini ile görevlendirildi.

 

Ülkemizde neoliberal politikaların 1980'li yıllarda uygulamaya konmasıyla birlikte su yönetimindeki kamu yönetimi de değişmeye başladı. İllerde ve kırsal alanda su hizmetleri konusunda önemli görevler üstlenmiş İller Bankası, Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü (KHGM) ve DSİ işlevsizleştirilmeye başlandı. Bu kurumlardan KHGM 10 yıl süreyle yatırım bütçesi verilmeyerek "hantal-işe yaramaz" haksız söylemleri ile Mart 2005'te kapatıldı. Sadece kredi desteği değil, belediyelere aynı zamanda teknik destek sağlayan İller Bankası'nın yerel yönetimlerle bağı kopartıldı. O tarihe dek neredeyse hiç dış kaynaklı kredi kullanmayan belediyelerde süreç içinde dış kaynaklı kredi kullanımı adeta patladı. Merkezle bağlantısı zayıflayan yerel yönetimler, kendilerine kredi sağlayan yabancı kurumların isteği doğrultusunda dönüşüm geçirdiler ve kademeli olarak kamu hizmeti vermekten uzaklaştırıldılar.

 

Türkiye 1980'lere kadar su hizmetleri konusunda kendi kaynakları üzerinden sorunlara çözüm ararken, neoliberal politikaları benimsemesinden sonra sorunlarına dış kaynaklı çözümler aradı ve kendi lehine olmayan yapısal dönüşüm sarmalına dolandı!

 

Küresel su politikalarını belirleyen aktörler

 

Herkesin son derece yakından tanıdığı Birleşmiş Milletler (BM) su politikalarının küresel ölçekte dönüşümünü sağlayan önemli bir kurumdur. 1972 yılında Stockholm'de düzenlediği Çevre ve İnsan Konferansı'nda insanın hürriyet, eşitlik ve yeterli yaşam koşulları sağlayan onurlu ve refah içinde bir çevrede yaşamasının temel hak olduğu vurgulandı ve bu konferansta alınan bir kararla 5 Haziran günü Dünya Çevre Günü ilan edildi. BM'in 1977 yılında yaptığı Mar del Plata Su Konferansı'nda ise içme suyuna erişimin bir insanlık hakkı olduğunun altı çizildi. Bu bağlamda gelişmekte olan ülkelerde sağlıklı suya erişimin sağlanması ve su kaynaklarının korunması çerçevesinde Türkiye'nin de aralarında bulunduğu pek çok ülkede 1980-1990 yılları arasında sektöre ilişkin yatırımlara öncelik ve hız verildi.

 

Önceleri su konusunda çok insancıl yaklaşımlarda bulunan BM, devletler kendi söylemleri doğrultusunda su hizmetleri altyapılarına hızlı bir şekilde yatırım yaptıktan sonra, 1990'lı yıllarla birlikte söylemlerini değiştirdi. 1992 yılında Dublin'de düzenlediği Su ve Çevre Konferansı'nda suyun artık alınıp satılabilir ekonomik bir mal olduğu vurgulanıyordu. Bu karar ile su piyasa koşullarına açılacak ve kamu hizmeti anlayışı dışına çıkarılabilecekti. Bu konferansla birlikte su sorunu küresel ölçekte yalnızca bir işletme sorununa indirgenmiş oluyordu. Artık sorunun temel kaynağı yerküre üzerinde su varlığının yok olması ya da altyapı yetersizliğinden kaynaklanan erişim sorunu değil, var olan kaynakların ve altyapının ekonomik anlamda en iyi şekilde yönetilmesi ve işletilmesi idi. Yine aynı yıl bu konferanstan sadece birkaç ay sonra Rio de Janerio'da düzenlediği Çevre ve Kalkınma Konferansı'nda ise suyun ekonomik bir mal olarak çevreye duyarlı bir yaklaşımla nasıl yönetileceğine ilişkin yasal, kurumsal ve toplumsal anlamda düzenleyici bir çerçeve çizildi.

 

Su hizmetlerinin özelleştirilmesi sürecinin en önemli aktörlerinden biri de Dünya Bankası (DB)'dır. DB ilk olarak içme suyu hizmeti veren kamu kurumlarını hedef aldı. Belediyelerin hizmeti etkin ve verimli şekilde sunamadığını, su ve kanalizasyon hizmetlerinin etkin ve verimli bir şekilde ancak özel sektör eliyle sağlanabileceğini sürekli vurguladı. 1990 öncesi su hizmetlerinin ticarileştirilmesi ve özelleştirilmesi için gerekli yapısal düzenlemeleri kredi anlaşmalarının ön koşulu olarak şart koştu.

 

Türkiye'de içme suyu ve kanalizasyon hizmetlerinin ticarileştirilmesi ve özelleştirilmesi sürecinde ilk adım DB'nın bu sektöre sağladığı kredinin ön koşulu olarak 1981 yılında kurulan İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi (İSKİ) modeli oldu. İSKİ modelinin hizmet sunumu açısından getirdiği 2 önemli yenilik oldu; özerk bir kanal idaresinin kurulması ile hizmetin maliyetinin üzerine %10'dan az olmayacak bir kar bedeli ilave edilmesi. Bu yönüyle hizmet bir kamu kurumu tarafından verilmesine karşın, kar amaçlı olduğundan kamu hizmeti dışına çıkarılıyordu.

 

Alanı düzenleyen bir diğer küresel aktör Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) ile Avrupa Birliği (AB)'dir. DTÖ'nün kuruluş anlaşmalardan biri olan ve ülkemizin de taraf olduğu Hizmet Ticareti Genel Anlaşması'nın (GATS) maddelerinden biri de su hizmetlerinin ve kaynaklarının özelleştirilmesidir. Anlaşmanın içinde bu konuyu dayatan da AB'nin kendisidir. Çünkü dünyanın en büyük su şirketlerinden Suez ve Veolia Fransızlara, RWE ise Almanlara aittir. Dolayısıyla AB'nin lokomotifi bu 2 ülke şirketlerinin önünü açmak istemektedir.

 

Suyun en önemli aktörü Dünya Su Konseyi

 

Dünya halklarının sadece %9'u şirketlerden su hizmeti almasına karşın, su piyasası yaklaşık 1 trilyon dolara ulaşmıştır. Bu nedenledir ki su 21. yüzyılın en önemli konusu haline gelmiştir.

 

Birçok kurum tarafından yönlendirilen küresel su politikasının tek bir elden yönetilmesi amacıyla 1996 yılında Fransa'nın Marsilya kenti merkezi olmak suretiyle Dünya Su Konseyi (DSK) kuruldu. Konseyin içinde BM, DB, UNESCO gibi yapılarla çok sayıda su ve inşaat şirketi yer alıyor. Konsey 3 yılda bir Dünya Su Forumu (DSF) düzenliyor.

 

DSF'nun ilki 1997 yılında FAS'ta yapıldı. Bu forumda dünya su vizyonu ihtiyacı ortaya kondu ve sonuç bildirgesinde Konseye bu vizyonu geliştirme görevi verildi. İkinci forum 2000'de Hollanda'da yapıldı. Forumun sonuç bildirgesinde su kaynaklarını paylaşmak, suyu fiyatlandırmak, suyu iyi yönetişim ile yönetmek gibi konular su güvenliğinin sağlanmasında baş edilmesi gereken sorun alanları olarak ortaya kondu. Üçüncü forum 2003'de Japonya'da dördüncüsü de 2006'da Meksika'da yapıldı. Bu forumlarda yönetişim yaklaşımı ve suyun ekonomik bir mala dönüştürülmesi kararların özünü oluşturdu. Tüm forumlar içinde Meksika'da yapılanın diğerlerinden farkı, yaklaşık 100 bin kişi tarafından protesto edilmesi ve suyun özelleştirilmesi ile ticarileştirilmesine karşı küresel ölçekte bir direnişin başlaması oldu.

 

5. Dünya Su Forumu 16-22 Mart 2009'da İstanbul'da

 

DSF'nun beşincisi Türkiye'de yapılacak. Bu kapsamda TBMM'de 24.01.2008 tarihinde 5732 sayılı 5. DSF Organizasyonu İçin Çerçeve Anlaşma İle 5. DSF Anlaşma Mektubunun Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Yasa kabul edildi. Bu yasanın genel gerekçesinde DSK, "kar maksadı gütmeyen, hükümetler ve siyaset dışı ayrımcılık gütmeyen, bir sivil toplum kuruluşu" olarak hiç kimsenin itiraz edemeyeceği bir şekilde tanımlanıyor. DSF ise "ülkelerin sahip oldukları bilgi ve deneyimlerin paylaşılmasının bir aracı" olarak ifade ediliyor. Oysa DSK Başkanı Loic Fauchon, Türkiye'de yapılacak olan Forumun özelleştirmeleri içerdiğini belirtiyor ve "İnsanlar, su faturalarına cep telefonu faturaları ya da otomobillerinde harcadıkları benzinin %5'i kadar ödeme yapmayı göze aldıkları taktirde hiçbir sıkıntı kalmayacak." diyor.

 

Su yaşamın kaynağıdır ve tüm canlılar için temel bir haktır. İnsanlar cep telefonsuz ya da otomobilsiz de yaşayabilirler, ancak su içmeden yaşayamazlar. İşte ısrarla görülmek istenilmeyen konu budur. DSK Başkanı'nın açıklamaları su hizmetlerine ve su kaynaklarına insan odaklı değil, şirket gözüyle ve kazanma hırsıyla bakıldığını göstermektedir.

 

Kamu-Özel Sektör Verimlilikleri

 

Birçok finans kurumu tarafından yıllarca yürütülen propagandalarla özel sektörün kamuya oranla daha verimli çalıştığı söylemleri beynimize kazandı. Ancak bu söylemin doğru olmadığı, yine o kurumların dokümanlarından anlaşılmaktadır.

 

IMF, DB ile 2004'te hazırladığı bir politika dokümanında; "Kamu-özel ortaklığının kamu yatırımlarından ve hizmetlerin kamu eliyle sunulmasından daha verimli olduğuna dair hiçbir peşin hükme varılamaz…" demektedir.

 

Temmuz 2003'te Wall Street Journal gazetesinde "DB Özelleştirmelerde Bilinmezci" başlığıyla yayımlanan bir yazıda, "DB yetkililerinin altyapının kamu veya özel sektörün elinde bulunmasının bir fark yaratmadığına karar kıldıkları" belirtiliyordu.

 

Johan Willner ile David Parker, 2002'de gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde kamu ve özel sektör verimliliği konusunda yapılmış çok sayıda çalışmayı incelediler. Çalışmada "Bulguların kamudan özel sektöre geçişin düşük performanslı bir kurum için mutlak bir çare olmadığını gösterdiği" sonucuna vardılar.

 

Özel sektör verimliliğinin kamuya göre daha fazla olduğu varsayımı Demir Leydi Thatcher döneminde İngiltere'de yapılan geniş çaplı özelleştirmelerde verimlilik artışı yaşanmış olmasına dayandırılmaktadır. Oysa konuyla ilgili olarak 1990'ların başlarında yapılan araştırmalar, verimlilik artışlarının özelleştirme sonrasında değil, özelleştirme öncesinde sağlandığını ortaya koydu.

 

Milano Üniversitesi Kamu Ekonomisi Profesörü Massimo Florio'nun çok sayıda özelleştirmeyi incelemesinin ardından 2004'te yayımlanan kapsamlı bir analizinde "Uzun vadeli eğilimler ile karşılaştırıldığında üretim, emek, sermaye ve toplam faktör verimliliğinin özelleştirme sonucu İngiltere'de kayda değer bir şekilde arttığına dair makro ve mikro düzeyde yeterli istatistiki kanıtlar bulamadığını" belirtiyordu.

 

Estache'nin editörlüğünde 2005'te yayımlanan bir DB raporu su sektörü verimliliğine dair ekonometrik verileri şöyle özetliyordu; "Belki de en büyük ders, mülkiyetin önemi konusundaki ekonometrik verilerin genel olarak kamu ve özel sektör işletmeleri arasında kayda değer bir istatistiksel farkın olmadığına işaret etmesindedir. Kamu hizmet kurumlarının mülkiyetinin kimin elinde olduğu, iddia edildiği kadar önemli olmadığı görülmektedir. Farklı ülke deneyimlerini bir arada değerlendiren araştırmalar kamu ve özel sektör hizmet sunucuları arasında kayda değer bir fark saptayamamıştır."

 

Arjantin, Bolivya ve Brezilya'da su ve kanalizasyon bağlantılarını ele alan önemli bir araştırma 2004'te Brookings Enstitüsü tarafından yayımlandı. Araştırma, "Özelleştirme sonrası bağlantı sayısında genel olarak bir artış görüldüğü, ancak sağlanan artışın su sistemlerini kamuda koruyan kentlerle aynı düzeyde olduğunu" göstermiştir.

 

Brezilya'da 2004'te 4 bin kanalizasyon işletmesini konu alan bir araştırmada, "özel ve kamu işletmeleri arasında kayda değer bir verimlilik farkı bulunmadığı gibi bölgesel işletmelerin verimlilik düzeyinin belediyelere göre daha düşük olduğu" tespitlerine yer verildi.

 

Asya Kalkınma Bankası'nın 2004'te 18 kenti içeren araştırmasında özel sektör işletmeciliğinin olduğu kentler iki konuda çok iyi performans sergiliyor: "para toplama verimliliği ve bin bağlantı başına çalışan sayısını azaltmaları!"

 

Bütün bu analizler "özel sektör işletmeciliğinin özel olmasından kaynaklı sistematik bir verimlilik avantajına sahip olmadığı" sonucuna güçlü bir şekilde işaret etmektedir. Aynı şekilde "kamu işletmeciliğinin daha verimsiz ve etkisiz olduğuna dair de herhangi bir kanıt söz konusu değildir."

                           

Dünyadan Su Özelleştirmelerine Örnekler

 

Güney Amerika'nın en fakir ülkelerinden Bolivya'nın Cochomamba kentinin su dağıtım hizmetleri 1999 yılında özelleştirildi. Çokuluslu şirket işi devraldıktan sadece 2 hafta sonra hiçbir yatırım yapmadığı ve para harcamadığı halde suya %200 zam yaptı. Ortalama geliri 100 dolar civarında olan Bolivyalılar 20 doların üzerinde su faturaları ödemek zorunda kaldılar. Bir süre sonra ücretini ödeyemedikleri için şirketin suyunu kullanamaz duruma geldiler. Çare olarak da yağmur sularını toplayabilmek amacıyla evlerinin damlarına variller koydular. Ancak şirket, Bolivya hükümetine çıkarttırdığı bir kanunla yağmur suyunu toplamayı yasaklattı ve damlardaki varilleri toplattı. Su hizmetleri özelleşeli sadece bir yıl olmasına karşın suya erişimleri kalmayan Bolivyalılar sokaklara döküldüler. Kanlı eylemler sonrasında halkın baskısına dayanamayan hükümet su hizmetlerini şirketten geri almak zorunda kaldı. Bedel olarak da uluslararası tahkime giden şirkete hükümet milyonlarca dolar tazminat ödemek zorunda kaldı.

 

Güney Afrika'nın kimi kentlerinde su iletim hizmetlerinin özelleştirilme işlemlerinden sonra yapılan yüksek zamlar nedeniyle faturalarını ödeyemeyen yüzbinlerce evin suyu kesildi. Halk içme suyu ihtiyacını giderebilmek amacıyla umuma açık tuvaletlerin musluklarını kullanıyor. Bu sağlıksız koşullar nedeniyle de başta kolera ve tifüs olmak üzere binlerce insan suyla bulaşan hastalıklar nedeniyle hayatını kaybediyor.

 

İngiliz su şirketi Welsh Water, Çek SCVK şirketindeki %36'lık payıyla Güney Bohemya'nın su ve kanalizasyon işletmesini aldıktan sonra su fiyatlarının 1995'te 1989 yılındaki fiyatlarına göre 24 kat arttığı görüldü.

 

Yukarıdaki örnekler geri kalmış ülkelerden bu nedenle tüm özelleştirmeleri bağlamaz diye düşünenler olabilir. O zaman bize örnek olarak gösterilen Avrupa'ya doğru geçelim. Berlin (Almanya) ve Londra (İngiltere) su dağıtım sistemlerine özelleştirildikleri 1999'dan bu yana altyapı yatırımı yapılmıyor. Çünkü yatırım demek masraf demektir, şirketler ise her zaman en yüksek karı elde etmenin peşinde koşarlar. Bu iki kentte artık yağmur sularının su şebekesine karışma riski kuvvetlenmiş durumda ve insanlar kullandıkları sularda hastalanma korkusu yaşıyorlar.

 

ABD'de de birçok kentin su hizmetleri şirketler eliyle yürütülüyor. Ancak, Amerikan halkı da memnun değil. Şirketler düzenli olarak fatura göndermiyor, ücretleri şişiriyor ve vermedikleri hizmetleri de faturalara yansıtmaya çalışıyorlar. Oluşan halk baskısı nedeniyle su hizmetlerinin bu ülkede de şirketlerin elinden alınması gündemde.

 

Hindistan'da Özelleştirilen Nehre Halk Ulaşamıyor

 

Çok çarpıcı bir örnek de Hindistan'dan verelim. Hindistan'da özelleştirilen nehri alan şirket nehrin iki kıyısına belirli aralıklarla silahlı muhafızlar dizdi. Artık yoksul halk o nehirde çamaşırını yıkayamıyor, kutsal sayılan ineğine su içiremiyor. Yoksul halk ihtiyacı olan ve hatta ineğine içireceği suyu şirketten satın almak zorunda.

 

Paris'te İçme Suyu Dağıtım Hizmeti Kamuya Geri Dönüyor

 

Suda özelleştirme politikası yürüten siyasetçiler, özelleştirme ile birlikte rekabetçi bir su piyasasının oluşacağını, böylelikle su hizmetlerinin daha etkin yürütülebileceğini, maliyetinin ve su fiyatının düşeceğini öne sürüyorlar. Ancak dünyada yaşanan örnekleri bunun böyle olmadığını açıkça gösteriyor.

 

Paris'in suları 100 yıldır bir Fransız çokuluslu şirketi olan Suez tarafından işletiliyor. Paris Belediye Başkanı Delanoe Haziran 2008'de çok önemli bir açıklamada bulundu: "Halkımıza daha kaliteli ve daha ucuza su sağlamak üzere 2010 yılından itibaren bu hizmetleri Belediye eliyle vereceğiz". Demek ki bizlere söylenenlerin tersine daha kaliteli ve daha ucuza hizmet bir kamu kurumu eliyle de verilebiliyor.

 

AKP'nin su konusuna yaklaşımı

 

AKP'nin Temmuz 2007 seçimleri sonrası hazırladığı 60. Hükümet Programı'nda sulama projelerine öncelik verileceği, barajı bitirilen projelerin sulama ve bakım kısmının özel sektör yatırımlarına açılacağı belirtiliyordu. Bu ifadelerle tarımın en önemli girdilerinden olan suyun artık kamu hizmeti olarak sunulmayacağı belirtiliyordu.

 

AKP hükümetinin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler, 22 Temmuz 2007 seçimlerinden sadece 9 gün sonra tarımsal sulama barajlarının özel sektöre yaptırılacağını, bunun için de akarsu ve göletlerin 49 yıllığına özel sektöre devredileceğini, kamu eliyle değerlendirilemeyen ve boşa akan tatlı su kaynaklarının özel sektörün yapacağı barajlarda tutulacağını ve tarımsal sulamada kullanılacağını söylüyordu. Tüm bu veriler ülkemizin yerüstü ve yer altı sularının özel sektör eliyle artık değerlendirileceğini, bizlerin de artık vatandaş değil müşteri olduğumuzu göstermektedir. Bakanın "kamu eliyle değerlendirilemeyen" ifadesi de AKP'nin kamu hizmeti olarak verilmesi gereken işleri dahi yapabilecek becerisi bulunmadığını göstermektedir. Ülkemizde bir bakanlığı işgal eden ve "boşa akan tatlı su kaynakları" ifadesini kullanan kişi daha hiçbir suyun boşa akmadığının, doğadaki her bir varlığın bir görevi olduğunun bilincini taşımamaktadır.

 

Sayın Güler'in Eylül 2008'de Tüsiad'ın düzenlediği Sürdürülebilir Su Yönetimi Konferansı'nda sarf ettiği sözler de çok şey ifade ediyordu: "25 milyar dolar hidroelektrik santral, 20 milyar dolar sulama, 5 milyar dolar içme suyu yatırımları olmak üzere toplam 50 milyar dolarlık bir yatırım pastası var. Özel sektörün devreye girmesi isabetli olur." Bu sözlerden de açıkça anlaşılacağı üzere ortada bir pasta varsa şirketlere, vergi yükü varsa halka!

 

İşte ülkemizi yönetenlerin durum değerlendirmesi! Bu ifadeler ülkemizde sosyal devletin artık sona erdiğini açıkça göstermektedir. Sosyal devletin yerini seçim zamanı sadaka dağıtan AKP hükümeti almıştır. Yine görüldüğü üzere devlet halk için değil, pazarlanmak için yönetilmektedir.

 

Gizli özelleştirmede DSİ parmağı

 

Ülkemizde 80'li yıllarla birlikte özelleştirme söylemlerini duymaya başladık. İlk zamanlarda zarar eden KİT'lerimiz özelleştirilecekti. Tüm zarar ettirme girişimlerine karşın zarar eden KİT bulunamayınca, bahane bırakıldı ve zarar etsin etmesin tüm KİT'lerimizin özelleştirileceği söylemlerini duyar olduk. Bunlar iyi-kötü bizlerin bilgisine sunulan niyetlerdi. Peki gizli özelleştirmelerden haberi olanınız var mı?

 

DB ile 1986 yılında Drenaj ve Tarla İçi Geliştirme Projesi kapsamında bir ikraz anlaşması yapıldı. 1986-1992 yılları arasında uygulanacak proje için 255 milyon dolarlık kredi sağlanacaktı. Buna karşılık DSİ ve KHGM'nün elindeki sulama tesislerinin kullanıcılarına devri şart koşulmuştu. Proje süresinde bitirilemedi ve biraz da para arttı. DB uzmanları, devri gerçekleştirilememiş özellikle sulama tesislerinin işletiminin su kullanıcı birliklerine devri halinde kredinin kapanmasının önleneceğini ve projenin devamı için esneklik sağlanacağını belirttiler. O tarihten itibaren DSİ sulama tesislerini hiçbir hukuki yönü bulunmayan sulama birliklerine devretmeye başladı. Günümüzde alan bazında devir oranı %96'ya ulaşmış olup bunun %90'ı hala kendine özgü yasası bulunmayan sulama birliklerinedir. KHGM ise kapatıldığında elindeki tesislerin büyük çoğunluğunu daha demokratik yapılar olan ve kendine özgü yasası bulunan sulama kooperatiflerine devretmiştir.

 

Sulama alanındaki bu devirlerin ne anlama geldiğini zamanın DSİ Genel Müdürü'nün 12 Ocak 1999 tarihinde Zaman Gazetesine verdiği demeçlerle şöyle ifade ediyordu; "DSİ özelleştirme uygulamasında bugün %83'lük bir seviyeye ulaştı… Bugün ülkemizde 300'e yakın sulama birliği var. Yenileri de kuruluyor. Mevcudun %83'ü çiftçilerimize devredildi. Böylece Türkiye'nin en büyük gizli özelleştirmelerinden birini gerçekleştirdik. Hedefimiz, 2000 yılına kadar tüm alanların işletmesinin devredilmesi… DSİ'nin bu çalışması dolayısıyla DB, Türkiye'yi örnek ülke olarak gösterdi."

 

O yıllarda DSİ ve KHGM sulama yatırımlarında iki önemli kuruluştu. Yapısal reformlar sonucunda KHGM kapatılırken, DSİ'nin de ne hale getirildiğini Genel Müdürünün ağzından acı bir şekilde öğreniyorduk.

 

Günümüzde DSİ, ülkemizde tüm su kaynaklarının geliştirilmesinden sorumlu ana yatırımcı kuruluştur. Günümüzde su hizmetleri konusunda üzerine düşen yığınla iş olmasına karşın DSİ Genel Müdürü sevgi ile suya yanaşılması halinde tasarrufun kendiliğinden geleceğini belirtmektedir. Ayrıca DSİ'nin internet sitesinde su kaynaklarını akıllı yönetmenin gelişmişlik ifadesi olduğu belirtilmektedir. Su kaynaklarımızın geliştirilmesinden sorumlu ana yatırımcı kuruluş üzerine düşen yükümlülüğü yerine getirmekte midir? Sorun Allah'a havale edilince çözülmekte midir? Suyun en fazla kullanıldığı tarımsal sulama alanına bir bakalım!

 

Tarımda su neden çok önemlidir?

 

Yaşayan her canlı gibi insan da hayati fonksiyonlarını devam ettirebilmek için enerjiye, bu enerjiyi sağlayabilmek için de beslenmeye ihtiyaç duymaktadır. Besinlerimizin sağlanması bağlamında da gerek bitkisel üretim gerekse hayvansal üretimde verimliliğe etkisi açısından su en önemli girdilerin başında gelmektedir. Bitkiye, toprağa, topoğrafyaya ve ekolojik koşullara göre değişmekle birlikte su, verimi %100-400 arasında arttırabilmektedir.

 

Sığır başına 4.000 m3 su tüketilmekte olup bu miktar koyun için 500 m3'tür. 1 kg sığır eti üretimi için 15 m3 su harcanırken, 1 kg koyun eti için 10 m3 suya ihtiyaç duyulmaktadır. Kanatlı etinde ise kg başına 6 m3 su gerekmektedir. Bitkisel üretim daha az suya ihtiyaç göstermekle birlikte 1 kg hububat üretimi için 1,5 m3 suya ihtiyaç duyulurken 1 kg turunçgil, baklagil, kök ve yumru bitkiler için ise 1 m3 suya ihtiyaç vardır.

 

Küresel ölçekte tarımda su kullanımı

 

Dünyada tarım arazilerinin yaklaşık %20'si sulu tarımda kullanılmasına karşın, tarımsal üretimin %40 gibi büyük bölümü bu arazilerden sağlanmaktadır (çizelge 1).

 

Çizelge:1) Dünyada ve Türkiye'de sulanan alanlar (milyon ha)

 

1961

1980

2000

2005

Dünya

139

209

278

280

Türkiye

1,3

2,7

4,7

5,2

Kaynak: FAOSTAT

 

Dünyadaki toplam su tüketiminin %70'i sulamada kullanılmaktadır. Gelişmiş ülkelerde bu oran %30 olmakla birlikte az gelişmiş ülkelerde %82 civarındadır (çizelge 2). Gelişmiş ülkelerde tarımın payına düşen suyun azlığı, bu ülkelerin genellikle kuzey yarıkürede yer almaları, yeterli yağış aldıklarından dolayı sulamaya fazla ihtiyaçları olmamasından kaynaklanmaktadır. Akdeniz kuşağında yer alan kimi gelişmiş ülkelerdeki tarımda su kullanım oranı %60'lara çıkabilmektedir.

 

Çizelge:2) Suyun sektörel kullanımı (%)

 

Tarım

Sanayi

Konut

Düşük ve orta gelirli ülkeler

82

10

8

Yüksek gelirli ülkeler

30

59

11

Türkiye

72

12

16

Dünya

70

22

8

Kaynak: UN World Water Development Report-2003, DSİ

 

Ülkemizin yenilenebilir yerüstü ve yeraltı su potansiyeli yılda toplam 112 milyar m3 civarındadır. Günümüzde bu suyun 43 milyar m3'ü kullanılabilmekle birlikte bunun 31 milyar m3'ü tarımda, 4,9 milyar m3'ü sanayide ve 7,1 milyar m3'ü de içme ve kullanma suyu olarak kullanılmaktadır.

 

Ülkemizde tarımsal sulama yanlış yapılıyor

 

Suyun toprağa, bitki kök bölgesine veriliş biçimi sulama yöntemi olarak adlandırılmaktadır. Sulama yöntemleri yüzey ve basınçlı sulama yöntemleri olmak üzere ikiye ayrılmaktadır.

 

Suyun çok miktarda kullanıldığı yüzey sulama yöntemleri dünyada %95, ülkemizde de %92 oranında kullanılmaktadır. Suyun son derece tasarruflu kullanılmasını sağlayan yağmurlama sulama yöntemi %7, damla sulama yöntemi ise %1 oranında ülkemizde kullanılmaktadır.

 

Yüzey sulama yöntemlerinde sulama randımanı (kanallardaki kayıplar ve buharlaşma dahil verilen sudan bitkinin yararlanma oranı) %40-45 civarındadır. Yani, bitkinin ihtiyacı olan 1000 m3 suyu verebilmek için 2500 m3 suya ihtiyaç duyulmaktadır. Yüzey sulama yöntemi, arazide erozyona neden olmakta, fazla su kullanımının yanında verimli toprak katının kaybedilmesine ve derine sızan sularla birlikte bitki besin maddelerinin kök bölgesinden aşağıya yıkanmasına yol açarak toprağı verimsizleştirmektedir.

 

Diğer yandan en kaliteli suyun dahi içinde tuz bulunmaktadır. Toprağa verilen fazla su drenaj tesis edilmediği taktirde toprakta tuz birikimine neden olmakta, verimi düşürerek bitkisel üretimi olumsuz etkilemektedir.

 

Sulama randımanı yağmurlama sulama yönteminde %70, damla sulama yönteminde ise %90 civarındadır. Bu sulama yöntemleri aynı zamanda tarımsal üretimde verimliliği de arttırmaktadır.

 

Türkiye sulama yöntemini değiştirmelidir

 

Ülkemizdeki sulama yatırımlarının 2023 yılında tamamlanması hedeflenmektedir. Ancak, bugünkü yöntemlerin kullanılması halinde sadece tarımda 90 milyar m3'ün üzerinde su kullanılması gerekmektedir. Oysa planlamalarda tarımsal sulamada kullanılabilecek su miktarı 72 milyar m3 olarak hedeflenmektedir. Sadece ekonomik olarak sulanabilir 8,5 milyon ha'lık arazimiz değil, sulamaya uygun 26 milyon ha'lık arazimizin mümkün olabilecek en fazla miktarı yağmurlama ve damla sulama yöntemleri kullanılarak sulamaya açılmalıdır.

 

Fiili olarak sulanan 5,2 milyon ha'lık arazimizde yağmurlama ya da damla sulama yöntemlerinin kullanılması durumunda yaklaşık 10 milyar m3 su tasarrufu sağlanacaktır ki bu da şu anda kentlerimizde ve sanayimizde kullanılan su miktarına yakındır.

 

Kurumlarımızın dönüşümü tamamlanınca

 

Akdeniz kuşağında yarı kurak bir bölgede bulunan ülkemizde öncelikle yapılması gereken kullanılan sulama yöntemlerinin yeniden tesis edilmesidir. Oysa ülkemizi yöneten zihniyetin su yönetimi anlayışı kaynakların özelleştirilmesi, su fiyatlarının yükseltilmesi gibi yanlış bir anlayıştır.

 

DSİ Genel Müdürlüğü, yatırım programlarını oluştururken artık aday sulama projelerini çiftçilerin sulama talebinin olması, arazinin verimli olması, su kaynağının (baraj veya gölet) hazır olması, cazibe sulaması yapılabilmesi, toplulaştırmanın yapılmış olması kriterlerine göre değerlendirmekte ve bu kriterlerin tümünü taşıyan projelere 5 Yıldız Sulama Projeleri adı verilmektedir. Süreç içerisinde dönüştürülen DSİ bu kriterleri bir zamanlar kendi sulama yatırımları içerisinde sağlarken, artık hazır istemektedir.

 

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'nın 2003 yılında çıkardığı Elektrik Piyasasında Üretim Faaliyetinde Bulunmak Üzere Su Kullanım Hakkı Anlaşması İmzalanmasına İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik de dönüşümü net bir şekilde ortaya koymaktadır. Yönetmeliğin Koruma ve Özel Güvenlik başlıklı 29. Maddesinde yer alan "Enerji üretim gayesi ile inşa edilen anlaşma konusu tesislerin (baraj, rezervuar, su alma yapısı, iletim kanalı yükleme havuzu, cebri boru, santral, teçhizat, vb.) sivil savunma koruma ve özel güvenlik hizmetleri, ilgili mevzuata uygun olarak şirket tarafından sağlanacaktır." ifadesi tarihte yaşadığımız bir dönemi bizlere hatırlatmaktadır.

 

Osmanlı, borçlarına karşılık tütünlerinin ve gelirlerinin idaresini Avusturya, Almanya, İngiltere ve Fransa kökenli yabancı sermaye ile 1883 yılında kurulan ve Nisan 1884'te faaliyete geçen Reji Şirketi'ne 30 yıl süreyle devretti. Kuruluşundan itibaren ilk üç yıl zarar eden Reji Şirketi, kaçakçılığı öne sürerek silahlı kolluk güçleri oluşturdu. Kolcular, tütün kaçakçılığını önlemek bahanesiyle halka türlü işkenceler yaptı ve sonu ölümle biten pek çok silahlı çatışmada yer aldı. Kolcular köylerde, Reji patronları ise sigara imalathanelerinde çalışanlar üzerinde tam bir sömürü düzeni kurdular. Reji Şirketi'nin topraklarımızda görev yaptığı 42 yıl boyunca 60 bin insanımız yaşamını yitirdi.

 

Gerek Reji, gerekse Hindistan'da özelleştirilen nehrin iki yanına şirketin silahlı adamların dizilmesi örnekleri, yakın bir gelecekte, Dünya Su Forumu'nun ülkemizde düzenlenmesinden kısa bir süre sonra çokuluslu su ve enerji şirketlerinin ülkemize girmesiyle oldukça olumsuz sonuçların yaşanacağını işaret etmektedir.

 

Sonuç

 

Tarımda kullanılan suyun özelleştirilerek, çiftçinin tarlasının başına kontörlü su saati takılması, zaten ürününü maliyetinin altında satmak zorunda kalan çiftçimizin tarımsal üretimi ve tarlasını terk etmesi, kentlere göç etmesi anlamına gelmektedir. Kentlere yeni bir göç dalgasının yaratılması, zaten had safhada olan işsizliği daha da arttırarak kargaşaya neden olacaktır. Boş kalan tarlaları şirketler ele geçirecek, bunların çokuluslu şirketler olması durumunda tarım arazilerimiz yabancılaşacaktır. Gıda yetersizliği sorunu yaşayan kimi ülkelerin ülkemizin tarım arazilerini edinme talebi dikkate alındığında, tarım arazilerimizin şirketlerin eline geçmesi önemli bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır.

 

Tarım arazilerimizi çiftçilerimizin terk etmesi Türkiye'nin gıda krizi yaşaması anlamına gelmektedir. 2007 yılında hem dünyada hem de ülkemizde yaşanan gıda krizi ve fiyatların yükselmesi, bizlere paramız olsa dahi ihtiyacımız olan gıdayı dışarıdan almamızın zorlaştığını göstermektedir. FAO'ya göre bir kişinin bir günlük gıdasının üretiminden işlenerek masaya gelmesine kadar 2-5 ton su harcanmaktadır. Çiftçinin suya ulaşamaması bizlerin de gıdaya ulaşamamamız anlamına gelmektedir.

 

Günümüzde belediyeler, kullanıcının bilgisi dışında mevcut sayaçları sökerek konutlarda kontörlü sayaç uygulamasına geçmeye başladı. Ancak açılan bir dava sonucunda Danıştay'dan ibret verici bir karar çıktı; bedeli peşin alınan hizmet kamu hizmeti sayılmaz. AKP hükümeti kamu hizmeti olarak aldığımız su hizmetini de kamu hizmeti dışına çıkarmış oldu.

 

Bu yazıda yer alan ve yer alamayan birçok olumsuzluklara karşı net bir karşı duruş sergilemek amacıyla meslek odaları, sendikalar, dernekler, toplumsal hareketler, dergi grupları, politik yapı ve partilerden oluşan yaklaşık 150 yapı Temmuz 2009'da bir araya gelerek Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu'nu kurdu. Platforma www.suplatformu.net adresinden ulaşılabilir. Ancak birleşirsek DSF'nun en temel hakkımız olan su üzerindeki olumsuz politikalarını durdurabiliriz!

 

Ahmet ATALIK-TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı

Okunma Sayısı: 1323