TZMO BAŞKANI GÖKHAN GÜNAYDIN: “GDO’LAR TÜRKİYE’Yİ İŞGAL ETTİ” – AGROVİZYON – EYLÜL/2006
GDO’lar üreticilere “yeşil devrim hediyesi” çevreciler tarafından da “frankeyştan gıdalar” olarak biliniyor. Peki, GDO’lu ürünler Türkiye’ye giriyor mu? Türkiye Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı Gökhan Günaydın’ın bu soruya yanıtı ‘evet’. Günaydın, iç piyasada işlenerek ürün halinde pazara sürülen gıda maddelerinde GDO’lu ürünlerin hammadde olarak kullanıldığını ileri sürüyor. İşte, besin tercihlerimizi yaparken durup bir kez daha düşünmemizi sağlayacak çarpıcı açıklamalar…
GDO’lar ne anlama geliyor?
Kısaca GDO dediğimiz ürünler, genetik yapısı değiştirilerek üretiliyor. Bunlara, üçüncü bio kimyasal, frankeştayn ya da transgenik ürünler de deniliyor. Herhangi bir ürünün doğal yapısında olmayan bir genin dışarıdan bio teknolojik yöntemlerle o ürüne aktarılması sonucu elde ediliyor. Örneğin balıktan aldığınız bir soğuğa dayanıklılık genini domatese aktarıyorsunuz. Dolayısıyla bu artık, genetiği değiştirilmiş bir domates oluyor.
Peki bu durum daha çok hangi gıda maddeleri için geçerli?
‘Mısır, soya, pamuk ve kolza’ genleriyle oynanmış bitkiler arasında ilk sıralarda yer alıyor. Ayrıca, u dört bitkiden üretilen yan ürünlerin kullanıldığı bütün ürünler, GDO’lu olma riski taşıyor. İşin acı tarafı bu dört üründe de maalesef dışa bağımlıyız. Bunları milyonlarca dolar ödeyip, ithal ediyoruz. Bu ürünleri yem rasyonlarımıza katıyoruz, işlenmiş ürün haline dönüştürüyoruz ve tüketici sofrasına getiriyoruz. Örneğin mısır ve soyadan üretilen yağ, un, nişasta, glikoz şurubu, sakaroz, fruktoz içeren gıdalar, bisküvi, kraker, pudingler, bitkisel yağlar, şekerlemeler, çikolata ve gofretler, hazır çorbalar, mısır ve soyayı yem olarak tüketen tavuk ve benzeri hayvanlardan elde edilen gıdalar, colanın içerisine giren nişasta bazlı şekerden tutun da hazır mamalardan, çorbalardan sıvı yağlara kadar 800 çeşit işlenmiş ürün maalesef sayabiliriz.
GDO’lu gıda ürünleri Dünyanın hangi ülkelerinde yaygın? Türkiye’de bunun denemeleri yapıldı mı?
GDO’lu ürünler 70 milyon pazara hitap ediyor. GDO’ların yetiştirildiği ülkelerin başında ABD geliyor. ABD’yi ise, Arjantin, Kanada ve Çin takip ediyor. Bu ülkeler, bu alanda yüzde 99 paya sahip.
Son yıllarda Endonezya ve Hindistan pamuk, Brezilya ise soya ekiminde GDO kullanmaya başladı. GDO’lu bu ürünler hiçbir denetime tabi olmadan maalesef ki, Türkiye’ye giriyor. Çünkü gümrüklerimiz kontrol edilmiyor. 2005 yılında yalnızca yem sektörünün ithal ettiği soya miktarı 1 milyon 154 bin ton. İkinci temel sorun ise, Türkiye’de, yasal olarak genetiği değiştirilmiş tohum ekemezsiniz. Tarım Bakanlığı kayıtlarına göre de GDO’lu tohum ekimi yapılmış yer yok. Resmi kayıtlara göre, Tarımsal Araştırmalar Genel Müdürlüğü’nün deneme amaçlı ekim sahaları dışında genetik değişime uğramış bitki ve tohumlar, Türkiye’de topraklarla buluşmadı.
Genetiği değiştirilmiş ürünlerin insan sağlığına etkirli neler?
Bunların çok sayıda sakıncasını saymak mümkün. Mesela bunlar öncelikle alerjik reaksiyonlara ve antibiyotik dayanıklılığa neden oluyor. Aslında bu üçüncü bio kimyasal ürünlerin insan sağlığına nasıl etki ettiği konusunda birbiri ile çelişen çalışmalar var. Neden? Herkes birbirinin çalışmasını çürütmeye çalışıyor. Dünyada bu işi yapan sayıları 5 ya da 6’yı bulan bio teknoloji devleri. Dünya nüfusu arttıkça, bunlar, az maliyetle çok üretim yapmanın peşine düştü ve maalesef ki insanlığın geleceğini tehlikeye sokacak canavarlar üretiyorlar. Amaçları da bunu dünyaya yayabilmek. Mesela herhangi bir genetiği değiştirilmiş tohumu bir insana verdiklerinde o, o tohumdan ertesi yıl bağımsız olarak üretememeli. Her yıl o firmaya, şirkete bağımlı olarak tohum parası ödemeli. Yani, siz bir kere genetiği değiştirilmiş ürünlerle bağlantılı bir tohum kullanımına geçerseniz hem her yıl o tohumu aynı firmadan satın almak zorundasınız, hem de o tohumun gereksinimi doğrultusunda belirli kimyasalları yine o firmadan almak zorundasınız.
GDO’lar tarım sektörünü nasıl şekillendiriyor?
Dışarıdan gelen bu ürünlerin, Türkiye tarımı için yeni bir bağımlılık ilişkisi yarattığı çok açık. Kaldı ki biz hala sertifikalık tohum gereksinimimizin yalnızca yüzde 25’ini karşılıyoruz. Oysa Türkiye’nin bağımsız ve kalkınmacı bir yapıya geçebilmesi girdideki bağımsızlığını pekiştirmekten ve kendi AR-GE7si ile kendi tohumunu üretmesinden geçer. Genetiği değiştirilmiş tohumların verimliliğinin diğer tohumlara göre daha fazla olduğu söyleniyor. Bu, kesinlikle doğru olmayan bir açıklama. Örneğin mısırda, soyada ve pamuktaki Türkiye’nin verim değerleri, biyoteknoloji ile genetiği değiştirilmiş tohum kullanan ABD’nin verim değerlerinin çok üzerinde. Yani Türkiye gereksinimi olan sulama yatırımlarını biran evvel tamamlamalı ve teknoloji paketi ile kendi ürettiği tohumları kullanarak, önce kendi gıda açığını kapatmalı, arkasından olabilirse dünya pazarına uygun üretimle tarımsal dış ticaretinde pozitif bir yapıya sahip olmalı.
Sosyo-ekonomik açıdan düşünecek olursak…
Çok önemli riskler var elbette. Birincisi bizde kalması gereken para yurtdışına gidiyor, ikincisi örneğin AB, ‘Bir tüketiciye eğer ben GDO’lu ürün satacaksam üretici bunu bilmeli. Ona rağmen tüketici almakta ısrar ederse alsın’ diyor. Türkiye’de tüketiciye tercihini sorma zahmetinde bile bulunmuyoruz. Bu ürünler, etiketsiz, yani hiçbir şekilde ayırt edilemeyecek bir biçimde rafta yan yana duruyor, tüketici de tercih hakkını kullanamadan alıyor. İleriki dönemde bilimin bugün ulaştığı düzey ile saptanamayan yan etkileri ve zararları çıkar ise bu derece yaygın olan bu ürünleri kim, nasıl tazmin edecek? Zaten şirketler bu sorumluluktan kaçmak için yarış halindeler. İkincisi insan yaşamının zaten tazmin edilmesi mümkün değil.
GDO’lu gıdalara karşı bir kampanyanız var ayrıca. Neler yaptınız?
Türkiye’de hiç kimse bunu bilmiyordu. ‘GDO’ya hayır’ platformu çerçevesinde Türkiye’de 35 ilde canavar domates tohumu balonu dolaştırarak, halkı bilgilendirmeye çalıştık ve 100 bin imza topladık. Bu 100 bin imzayı da TBMM Dilekçe Komisyonu’na sunduk. Komisyon, büyük bir mutlulukla söyleyebilirim ki; bu iddiaların haklılığını tespit etti, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’na ‘Ulusal Biyogüvenlik Yasa Tasarısı’nı geri çekin ve bu hükümleri düzeltin’ dedi. Ancak, tasarı geri çekilir çekilmez, Amerika Büyükelçisi Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehdi Eker’i ziyaret etti ve bu konu görüşüldü. Kamuoyuna görüşmeye dair herhangi bir bilgi verilmedi ancak şunu biliyoruz ki; Amerika Başkanı, büyükelçileri doğrudan ABD şirketlerinin çıkarlarının korunması konusunda lobi yapar. Yani bir tarafta çokuluslu şirketlerin çıkar hesapları, bir tarafta halk sağlığı… Seçim hükümete, denetlemek yurttaş olarak bizlere, odalara düşüyor.
O halde tüketicilere önerileriniz neler?
Genetiği değiştirilmiş ürün ile değiştirilmemiş ürünün temelde gözle ayırt edilebilme şansı yok aslında. Örneğin Tüketici Hakları Derneği, laboratuarlarda analizler yaptırdı. Tüketici, ancak firmalara baskı yaparak, çeşitli organizasyonlar aracılığıyla GDO politikalarını açıklamalarını isteyebilir. Yani Ulusal Biyogüvenlik Yasa Tasarısı etiketleme zorunluluğunu koymaz ise, bu yolla GDO’lu ürün kullanmayan firmalardan alışveriş yapabilir. Tabi şunu da göz ardı etmemek gerekir. Türkiye’de etiket o kadar da önemli değil. Çünkü GDO’lu ürünün bir miktar daha ucuz olduğunu varsayalım. Mesela bir ürünün 10 lira, GDO’lu aynı ürünün 5 lira olduğunu düşünelim. Tüketici tercihini elbette bütçesine göre yapacak. Burada ısrarla vurgulanması gereken şey şu; ‘Sağlıklı gıda arzını sağlama konusunun Anayasal bir devlet görevi olduğu asla unutulmamalı. Örneğin Avrupa ülkelerinde dış pazara giden ürünler ile iç piyasaya sevk edilen ürünler arasında temel bir yaklaşım farkı var. Dış piyasada bir sistem kurulmuş. Kendilerine gelen ürünlerin denetimini, analizini yapıyorlar, herhangi bir sorun çıktığı takdirde ise geri iade ediyorlar. Anlayacağınız aynı zamanda bu ülkeler, kendi yurttaşlarına sağlıklı gıda temin etmek için her türlü yola başvuruyor.