ÜRETİMİN BAŞKENTİNDEN TÜKETİMİN YÖNETİMİNE - EVRENSEL

MERKEZ
28.04.2007
 

Gökhan Günaydın
Ziraat Mühendisleri Odası Yönetim Kurulu Başkanı

İstanbul‘un finans kapital ile kurduğu doğrudan ilişkiler, öteden beri kaderini ülkenin kaderi ile bir görmeyen bir ticaret kesiminin bu "yedi tepeli şehirde" konumlanmasında etken olmuştur.

Bu durum, anti-emperyalist karakteri çok açık olan bağımsızlık savaşı sonrasında, Başkent‘in Anadolu‘ya taşınmasını adeta bir zorunluluk haline getirmiştir. Bu doğrultuda, daha Cumhuriyet kurulmadan Ankara Başkent olarak ilan edilmiştir.

Lozan Anlaşması hükümleri uyarınca, yıllarca süren savaşların yorgunluğunu özellikle ekonomi alanında üzerinde taşıyan genç Türkiye, Osmanlı‘nın 85 milyon altın lira tutarındaki borçlarının 2/3‘ünü ödeyecek, üstelik te 1929 yılına kadar düşük gümrük vergisi oranlarını değiştiremeyecektir.

Buna karşılık, Osmanlı‘dan devralınan sanayi yapısı; dokuma atelyeleri, sabun - tuğla imalathaneleri gibi ilkel üretim aşamasında bulunan ve önemli bölümü on‘dan az işçi çalıştıran bir nitelikteydi.

Yeniden borç sarmalına girmeden ülkeyi ayakta tutabilmek dönemin en temel sorunlarından birisi olup, bu amaçla seçilen sektör tarım olmuştur.

Bu seçimde, ülkenin sosyo - ekonomi,k yapısında geleneksel olarak tarımın tuttuğu yer ve gelişme potansiyeli önemli rol oynamıştır.

Artatürk‘ün dönemin başında söylediği "Yurtta sulh, cihanda sulh" ve "Türkiye‘nin sahibi hakikisi ve  efendisi hakiki müstahsil olan köylüdür" sözleri, artık cepheden cepheye sürülmeyerek köyünde tutulacak olan köylünün, mekanizasyonun da desteği ile emeği etkinleştirilerek tarımsal üretim sağlaması, ülkenin doyurulması ve böylece bağımsızlığın korunması esasına dayanır.

1923 - 1929 döneminde, daha çok büyük çiftçinin kredi ve mekanizasyon olanakları ile desteklenmesi esasına dayalı bir büyüme dönemi gerçekleştirilir. Aşar vergisinin kaldırılması, Ziraat Bankası aracılığıyla kredi sağlanması ve dönemin traktör ve iş makinelerinde çalışanların askerlikten muaf tutulması gibi uygulamalar, kısa sürede tarımda her yıl % 15‘ler düzeyinde bir büyümenin gerçekleşmesinde etken olmuştur. Reji İdaresi‘nin ülkeden kovulması yanında Şeker Fabrikalarının kurulmaya başlanması, dönemin başat özelliklerindendir. 1924 tarihli Köy Kanunu da, idari yapıda köyün yerini belirlemiş, köy topraklarının yabancılara satışını yasaklamıştır.

Bununla birlikte, tarım ve köylülük politikalarında Ankara‘nın etkin rol oynamaya başlaması, devletçilik uygulamalarının başladığı 1930‘lu yıllara tekabül eder. Böylece 1923 yılında siyaseten Osmanlı‘dan kopan Türkiye, iktisadi anlamdaki kopuşu bu dönemde gerçekleştirmiştir.

1929‘da Dünya Ekonomik Buhranı‘nın patlaması, tarım ürünleri fiyatlarının dibe vurmasına ve köylü yaşamının önemli ölçüde zorlaşmasına neden olmuştur. Bu bağlamda, iktisat politikalarında devletçiliğe geçilmiş, bu uygulamalar kısa sürede tarım sektöründe kendisini hissettirmeye başlamıştır.  

29 Aralık 1931 tarihinde çıkarılan "Ziraat Vekaleti Teşkiline Dair 1910 sayılı Kanun",  tarımın yönetiminde Ankara‘nın yerini perçinlemiştir.

Yeni dönemde, ilkel yöntemler terk edilecek, modern tarım tekniklerini bilen ve uygulayan, nitelikli tarımsal girdilere zamanında ve uygun fiyatlarla ulaşan üretici köylü, düzenlenen çıktı piyasalarında tüccara ve aracıya yem olmayacak, kooperatifler aracılığıyla ürününün katma değerine sahip çıkacaktır.

Modern tarım teknikleri, yetiştirilecek yetkin ziraat mühendisi ve veteriner hekimler tarafından yaşama geçirilebilirdi. Bu çerçevede, 1933 yılında Yüksek Ziraat Enstitüsü (YZE) Ankara‘da kurulmuş, özellikle Nazi faşizminden  kaçan Alman ve Macar bilim insanlarının aracılığıyla tarımsal eğitim ve öğretimde kısa sürede önemli aşamalar sağlanmıştır. YZE bünyesindeki ziraat, orman, veteriner, tabii ilimler ve ziraat sanatları fakülteleri, tarımsal kalkınmaya hız kazandıracak teknik elemanları yetiştirmişlerdir. 

Ankara‘da 1925 yılında Atatürk tarafından yapılan satın almalarla kurulan ve 1937 yılında Hazine‘ye bağışlanan Atatürk Orman Çiftliği, vasiyet mektubunda da belirtildiği üzere, bilim ve teknik doğrultusunda uygulamalı tarımın gerçekleştirileceği ve öğretileceği, üretici örgütlenmesinin destekleneceği, toprak ıslahının sağlanacağı, tarımsal girdilerin üretilerek köylüye dağıtılacağı bir merkez olarak kurgulanmıştır. AOÇ içinde kurulan bira fabrikası da, tarım - sanayi bütünleşmesi için örnek bir uygulamadır.

Ekonomik krizin zirveye çıktığı yıllarda, buğday fiyatlarının hızla düşmesinin doğurduğu sosyo - ekonomik sorunlara çözüm bulmak amacıyla, öncelikle 10 Temmuz 1932 gün ve 2056 sayılı Yasa ile Ziraat Bankası buğday alımı işi ile görevlendirildi, bir yıl sonra hububat depolanması için silolar kurma görevi de yine Ziraat Bankasına verildi. 1935 tarihli "Buğday Koruma Karşılığı Kanun"un yürürlüğe girmesinin ardından, 24.06.1938 gün ve 3491 sayılı kanunla İktisadi Devlet Teşekkülü niteliğinde olmak üzere "Toprak Mahsulleri Ofisi" kuruldu.

TMO aracılığıyla buğday üretimi ve pazarlaması desteklenirken, 1931 yılında kurulan TEKEL Genel Müdürlüğü, 1933 yılın da kurulan Sümerbank ve 1935 yılında kurulan Şeker fabrikaları Genel Müdürlüğü, ülkenin tütün - pamuk ve şeker pancarı  üretimi ve işlemesi konusundaki çalışmalarını etkinleştirdi.

1936 yılında Çubuk Barajı kurularak, tarım alanlarının sulanması konusunda önemli bir adım atıldı.

1927 yılında 404 bin nüfusa sahip, olanaksızlıkların ortasında ve bozkırda yeni bir düzen yaratmaya ve yönetmeye aday bir Ankara vardı.

2000‘li yıllarda ise, 4 milyonun üzerinde nüfusa sahip, ancak neoliberalizmin pençesine yenik düşmüş bir Ankara manzarası var karşımızda. Tarımsal KİT‘ler özelleştiriliyor, tarımsal araştırma enstitüleri kapatılıyor, AOÇ rant heveslerinin temel hedefi haline gelmiş. Tarım Bakanlığı adından "köy" sözcüğünü silerek "entelektüel yetenek" kazanmaya çalışıyor !...

Görülüyor ki Ankara, planlamanın ve üretimin Başkenti olmaktan hızla çıkıyor, piyasa ekonomisinin kutsandığı bir çerçevede tüketimin  başkenti niteliğine dönüşüyor...

Okunma Sayısı: 585